TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI VE ABD
Türkiye egemenleri her fırsatta ABD ile dost ve müttefik olduğumuzdan, çıkarlarımızın ortak olduğundan vb. söz ederler.
ABD’nin Türk Kurtuluş Savaşı karşısındaki tutumu, en önemlisi de 1950’lerden sonra DP eliyle geliştirilen Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi olgusunu ısrarla gözden kaçırmaya çalışırlar, daha doğrusu inkâr ederler. Çünkü bu bağımlılaştırma süreci doğru bilinirse nasıl işbirlikçi oldukları ortaya çıkacak ve tarih, gelinen nokta itibariyle kendilerini mahkûm edecektir.
Diğer taraftan, Türk Kurtuluş Savaşı’nı kendi sınıfsal çıkarları açısından kullanmaktan da geri durmazlar. Var olan biçimsel bağımsızlığı yere göğe sığdıramazlar. Onlara göre, kazanılan bağımsızlığın işçi-emekçi ve etnik kökeni farklı kesimler için, kısacası halk için bir önemi yoktur. Bağımsızlık eğer sermayenin çıkarlarını koruyor, kapitalizmin çarkını döndürüyorsa ve emperyalist güçlerle işbirliği yapmanın önünde engel teşkil etmiyorsa, hiçbir sorun yok demektir!
Amerikalı Senatör Albert J.Beveridge, 1898 yılında yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu: “Daha soylu ve daha erkek insanlardan doğan, daha yüksek uygarlıklar önünde alçak uygarlıkların ve çürümekte olan ırkların ortadan kalkması Tanrının sınırsız tasarısının bir parçasıdır. Tutacağımız yol bizim için çizilmiş bir yazgıdır. Dünya ticareti bizim olmalıdır ve olacaktır… Ticaret karakollarımızın çevresinde bizim bayrağımızı dalgalandıran ve bizimle ticaret yapan kendi hükümetlerine sahip büyük sömürgeler kurulacak, kurumlarımız ticaretin kanatları altında bayrağımızı izleyecektir.”
Senatörün söyledikleri, ABD açısından bugün gerçekleşmiş durumdadır. Dünya, ABD bayrağı ve hegemonyası altında inlemektedir. Peki, ABD tarafından yeniden sömürgeleştirilen Türkiye´nin ABD ile ilişkiler seyri nasıl gelişmiştir? Bu sorunun yanıtını, tarihsel gelişmeler ışığında bulmaya çalışalım.
Avrupa, 15.yüzyıldan sonra hızla gelişmeye başladı. Sanayi devriminin etkisiyle ekonomik ve askeri alanda Osmanlı Devleti karşısında gittikçe güç kazanıyor ve İmparatorluğu kendine bağımlı hale getiriyordu. Başka nedenlere bağlansa da Osmanlı Devleti´nin gerçek çöküş nedeni, esasta budur.
Emperyalizm, gelişmiş bir kapitalizm demektir aynı zamanda ve özü sömürgeciliğe dayanır. Batılı ülkeler, (İngiltere, Fransa, İtalya vb.) Sanayi Devriminin sonucu hızla gelişme sağlayarak, dünyanın diğer ülkelerini denetimleri altına almışlardır. Bu denetim, geri bıraktırılmış ülkelerin ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel açıdan kontrol edilmesi, denetlenmesi ve bağımlılaştırılması demekti. Bu süreç, bağımlı ülkelerin sömürgeleştirilmesini de beraberinde getirmiş, doğal kaynakları yağmalanmış, insan emeği sömürülmüş ve bu ülkelerin gelişmelerinin önü tıkanmış; askeri, siyasi, kültürel ve ekonomik bağımsızlıkları, “dostluk ve karşılıklı yardımlaşma” adı altında ortadan kaldırılmıştır.
Klasik sömürgeler döneminde belirginleşen eşitsiz gelişme süreci bu yeni dönemle daha da artmış, dünya ülkeleri ikiye bölünmüştür. Gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkeler ve geri bıraktırılmış (sömürgeleştirilmiş) bağımlı ülkeler. Her ne kadar emperyalizmin teorisyenleri bugün için “küreselleşme, bütünleşme” vb. deseler de dünya günümüzde bu ikiye ayrılmışlığın acılarını ve sonuçlarını en acımasız biçimde yaşamaktadır.
Türk Kurtuluş Savaşı, emperyalizmin pervasız saldırı ve işgal denemesine karşı bir karşı duruştu. Anti-emperyalist bir niteliğe sahipti ve nispeten ilericiydi. Mustafa Kemal´in kendi deyişiyle söylersek, bu savaş: “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı”, çok zor şartlar altında verilmiş bir bağımsızlık savaşıydı. Ancak, tercih edilen yol batı ve seçilen model kapitalizm olduğu için “Ulusal Bağımsızlık” sürekli bir hal alamamıştır. Lenin’in söylediği gibi, “emperyalist çağda sosyalizmi hedeflemeyen ulusal kurtuluş ve bağımsızlık hareketleri asla başarılı olamaz” belirlemesi böylece doğrulanmıştır.
Ne acıdır ki, bu bağımsızlık kısa bir dönem korunduktan sonra kaybedilmiş ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan gelişmelerle birlikte ülke, yeniden sömürgeleşmiş ve emperyalizme bağımlı hale getirilmiştir.
Nedense Kurtuluş Savaşı döneminde ABD´nin Anadolu’da verilen mücadeleye karşı olumsuz tutumu hiçbir zaman irdelenmez ve tam tersi, Türk Kurtuluş Savaşı’nı desteklediği görüşleri savunulur.
Bu durum sanırım bugünkü ilişkileri zedeleme ve egemen güçlerin çıkarlarının ortadan kalkma korkusundan kaynaklanıyor. Örneğin, Yunanistan´a karşı sürdürülen husumet İngiltere´ye ve ABD´ye karşı sürdürül(e)memektedir. Bu devletlerin güçlü olmasından ve onlara uşaklıktan çıkarları olmasından kaynaklanan bir yaklaşım olsa gerektir. Güçlünün önünde diz çökme ve eğilerek menfaatleri koruma politikası, insanlık tarihi kadar eskidir.
Son yetmiş yıldır Türkiye-ABD ilişkileri hızla gelişmiş olmasına rağmen, ABD´nin Türkiye ile olan ilişkileri eskiye dayanır. Bunu ABD basınında yer alan aşağıdaki satırları okuyarak görmek mümkündür.
“İstanbul şehri yakın gelecekte Amerikalı tüccar ve işadamları için çok önemli bir merkez niteliğini kazanabilir. Amerikan misyonerlerinin ve eğitim kurumlarının, Türkiye´de yaratmış olduğu hava bu bölgeye ihracat yapacak iş adamlarımıza büyük imkânlar sağlayacaktır. 1914 yılında Türkiye´de 627 Amerikan Okulu bulunmakta ve bu okullarda 34.000 öğrenci okumaktaydı.” (ASIA, Ocak 1920)
“ABD´nin Türkiye´deki misyonerlik kurumları, okullar, hastaneler, yetimhaneler uzun yıllar siyasi propaganda merkezleri oldukları yolunda hiçbir şüphe uyandırmadan görev yapmışlardır.”diyordu Amerikalı Prof. M. Brow (Foreign Affairs, 15 Haziran 1923).
ABD, Türk Kurtuluş Savaşı karşısında düşmanca bir tutum takınmış ve bu tutumunu sürecin sonuna kadar sürdürmüştür. O dönemlerde yapılan açıklamalar ve basında yer alan yazılardan bunu izlemek mümkündür.
“Avrupa´dan süpürülen Türklerin dünya siyaset sahnesinden de bir daha dönmemek üzere silinip gitmesi başlıca dileğimizdir.” diyordu 21 Ağustos 1920 tarihli The New York Times Gazetesi.
Dönemin ABD Başkanı Wilson da 1919´da yaptığı açıklamada aynı şekilde, Türklerin haritadan ve dünyadan silinmesini istemiştir.
Evet, bunları savunan ve söyleyen bir ülke bugün Türkiye egemenleri ve işbirlikçi hükümetler için dost ve en yakın müttefiktir. Bunlar geçmişte olup bitmiş şeyler değildir. ABD´nin dış politikada sürekliliği ve tarihsel geçmişine nasıl bağlı olduğu bilinen bir gerçektir. Zaten bugünkü ilişkiler de tek taraflı, “yeni sömürgecilik” şeklinde devam etmektedir.
Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaştığı dönemde, daha sonra ABD Dışişleri Bakanlığı da yapacak ve II. Dünya Savaşı’nı izleyen soğuk savaş yıllarında ABD’nin dış politikasının belirlenmesinde önemli rol oynayacak olan A. Dulles şunu savunuyordu: “Mustafa Kemal’e karşı sert bir tavır takınılmalıdır (…) Eğer Türkiye, hiçbir zarar görmeden Devletlere kafa tutmaya devam eder, kapitülasyonları kaldırır ve İstanbul´a yerleşirse, bu yalnız Ortadoğu´da değil, Avrupa’da barışı tehlikeye atacaktır.”
Alıntıları çoğaltmak ve ABD´nin Türkiye´nin bağımsızlığını istemediğini kanıtlamak için çaba sarf etmek gerekmiyor. Bu konuda azıcık tarih karıştırmak yeterlidir. Ve görülecektir ki Türkiye her zaman ABD´nin emperyalist emelleri arasında yer almış ve bunu da 1950´lerden sonra tam olarak başarmıştır. Hem de “dostluk” ve “karşılıklı yardımlaşma” adına!
(Mehmet Ali Yazıcı)