DOĞA
Dostoyevski “Acı ve acı çekme; büyük bir zekâya ve duyarlı bir yüreğe sahip kişiler için her zaman kaçınılmazdır.” der.
Bakmayın siz, “her insan acı çeker” genellemesine. Yüreği katılaşmış, zekâ sahibi olmayan ya da duygusal zekâsını çalıştırmayan, insani duyarlılığını yitirmiş insanlar acı çekmez. Bu yüzden olsa gerek Nazım Hikmet bir şiirinde, “en fazla bir yıl sürer / yirminci asırlarda / ölüm acısı” diyebilmiştir.
En büyük acıyı çocuklarını kaybetmiş anneler çeker. Çünkü onlar evlatları karşısında sürekli işleyen bir zekâya ve duyarlı bir yüreğe sahiptirler. Anneler için çocukları bir yaşam ortaklığıdır ve yaşamları onlara bağlıdır.
Dünyada iki tip acı vardır, biri insanı inciten-yaralayan acı, diğeri ise değiştiren, dönüştüren ve olgunlaştıran acı. Evlatlarını kaybetmiş ya da onlardan koparılmış anneler, acının bu iki türünü de bir arada yaşarlar. Hem inciten-yaralayan hem de geliştiren-olgunlaştıran acıyla bir ömür yaşamasını öğrenirler.
Doğa, dünyalar güzeli bir kız çocuğuydu. Adıyla müsemmaydı. Doğanın tüm güzelliklerini üzerinde taşıyor gibiydi. Annesinin, bir erkek evlattan sonra ikinci güzelliğiydi. Hani derler ya, “büyümüş de tekrar küçülmüş”, işte o çocuklardandı. Akıl küpüydü. Sözleriyle, tavır ve davranışlarıyla, ailenin dışında dahi kendine bir sevgi, saygı ve hayranlık çemberi oluşturmuştu. Okulunda öğretmenleri ve arkadaşları tarafından da çok seviliyordu.
Anadolu’da böylesi çocuklar için kullanılan bir tabir vardır; “fazla yaşamaz!” derler. Açıktan dile getirmezler bunu ama gizliden gizliye de bu sözü, o çocuklar için kullanırlar. Çünkü yüzyıllardan beri Anadolu insanı, bu çirkin dünyada, “iyi ve güzel” olanın fazla yaşamayacağına inanmıştır hep! Bu güzellik insan bile olsa, durum değişmez. Bu yüzden güzellikler karşısında afallamış, güzel olanın fazla sürmeyeceğinden, yaşamayacağından korkmuş ve bunu da veciz sözlerle çekinmeden dile getirmiştir. Bu söz bir kez daha doğrulandı, fazla yaşamadı/yaşayamadı Doğa!
Henüz on yaşındaydı öldüğünde. Sekizinde kansere yakalanmış; iki yıl acı dolu bir tedavi sürecinden sonra, kısacık ömrünü tamamlayarak, çocukların bile kansere yakalanabildiği bu dünyaya veda etmişti.
İki yıllık tedavi sürecinde annesi, evde ve hastanede her an onun yanında olmuş, başucunda oturmuş ve adeta kendi yaşamını unutmuş, onun hayatını ve yaşadıklarını yaşamıştı. Onunla acı çekmiş ve aldığı her nefese ortak olmuştu. Canının bir parçası olan evladının gün be gün ve azar azar eriyerek yok olmasına, annelik yüreğiyle tanıklık etmişti.
Bu yüreği yaralı anne, kızını kaybetmesinden bu yana, yıllar geçmiş olmasına rağmen hala onunla birlikte yaşıyor. Acı çekiyor, çektiği acı yüreğini incitiyor ve bir anne olarak acıyla birlikte yaşamanın olgunluğunu da taşıyor.
“O’nu çok özledim…” diyerek başlıyor söze… Bir nehir gibi taşırıyor yüreğini. Söyledikleri, çektiği acıyla birlikte, bahar yağmurlarına benzer sadelikte yağıyor insanın üzerine. Dinleyenlerin yüreklerini ıslatıyor. “Bu gün, bir nebze de olsa yaşıyorsam eğer, hep onun anıları sayesindedir.” diyor.
“Kokusunu, konuşmasını, yürüyüşünü, bana seslenişini, ‘anne deyişini’, gülüşünü, ağlayışını, kızışını, küsüşünü, sıcaklığını, hani sarılınca verdiği o hissi, bana dokunuşunu, sıkıca kucaklayıp içime koyma arzusunu özledim… ‘Anne acıktım, anne yanıma gel’ deyişini özledim.
Beraber koltukta oturup çekirdek çıtlatarak televizyon izlemeyi, birlikte kitap okumayı, aynı gecede birlikte uyuyup, aynı güne birlikte uyanmayı özledim…
Birde her Cumartesi ve Pazar günleri, ikişer saat film izleme hakkımız vardı. Konulu ve eğitici çocuk filmleriydi bunlar. Mısır patlatırdım, koltukta birlikte oturur, bir yandan mısırlarımızı yer, bir yandan da film izlerdik. Onunla bir arada oturmayı özledim.
İçimi bir bilseniz ve görebilseniz, ne çok yaşanmışlıklar var ona dair… O’nu çok özledim… Ben nasıl anlayamadım hasta olduğunu! Hastalığının sinsi bir hastalık olduğunu! O güzel gülüşlerinin birkaç yıl sonra yüzünde buruk bir acıya dönüşebileceğini nasıl hissedemedim! Ben bir anneydim, anlamalıydım, hissetmeliydim!
Hayallerimiz vardı gelecek için ve birlikte yaptığımız planlar… Her hafta bir kitap okuyup bitirecektik. Her sabah birlikte koşacaktık. Sinemaya, tiyatroya gidecektik. O bale yapmayı öğrenecekti, piyano kursuna gidecekti. Ben bağlama çalmayı öğrenecektim. Birlikte şarkılar, türküler söyleyecektik. Hepsi yarım kaldı.
Bunlar olmadığı gibi, bir de acı çekti benim kızım! Nasıl unuturum yardım isteyişini, bağırıp “anne yardım et, canım acıyor” deyişini. “Anne insan acıya dayanamazsa ne olur, ölür mü?” diye soruşunu… “Anne izin ver öleyim, sen üzülme ki ben rahat öleyim. Gideyim ne olursun, izin ver gideyim…” derdi. Gözlerimin içine, yaralı bir yavru ceylan annesinin gözlerine nasıl bakarsa, öyle bakardı. Benim üzüldüğümü anlardı ve acısını belli etmemeye çalışır, beni teselli ederdi.
Bir kuş kadardı bedeni ve ne acılara, iğnelere ve ilaçlara dayandı! En ağır ilaçları verdiler, en zalim iğneleri yaptılar, el kadar bedenine. Acıları dinsin diye. Çoğu zaman bende yardımcı oldum onlara, ilacını kendi ellerimle verdim ama acı ve ağrıları dinmedi yine de!
Ve bir sabah, açamadı gözlerini, kanatlarını çırpamadı bir daha. Ben buna nasıl dayanırım?
Kızımın, canımın, güzelimin cansız bedenine de kıydılar. Siyah bir torbaya koyup fermuarını çektiler, kapattılar. Çantaya bir eşya koyar gibi, bunu nasıl yaptılar. Başka bir yolu yok muydu? Bilemedim.
Ben onu nasıl verdim, neden razı oldum? Onu vermemeliydim, kendim gitmeliydim. O torbaya ben girmeliydim.
Nasıl aldı benden ölüm kızımı! Benim boşluğumdan faydalandı. Beni oyuna getirdi. Ölümün onu götürmesine mani olmalıydım, elinden almalıydım. Kendim gitmeliydim. Kaç yıl oldu dönmedi. Hep umut ettim, dua ettim ve bekledim. Belki bir gün döner dedim. Yıllar oldu, dönmedi.
Bazen arkamdan “Anne” diye seslendiğini duyuyorum. Dönüp bakıyorum, yok! Dönüp bakınca sesi kayboluyor. Bir daha duyarsam dönüp bakmayacağım. Hep anne desin, sesi kaybolmasın. O sesi duyayım diye dönüp bakmayacağım. Gitmesin hep anne desin ve bende hep öylece kalayım diyorum.
O kadar onsuzum ki, bu dünyada başka hiç kimsem yokmuş gibi geliyor bana. Önceleri rüyalarıma girerdi, sarılır, öper, koklardım. Uzun zaman oldu gelmiyor artık! Acaba ben onu üzecek bir şey mi yaptım?” Böyle bitiriyor sözlerini, yüreği yaralı anne!
Ve aklıma Cemal Süreya’nın dizeleri düşüyor: “Ölüyorum tanrım/ Bu da oldu işte./ Her ölüm erken ölümdür/Biliyorum tanrım. /Ama, ayrıca, aldığın şu hayat /Fena değildir…/Üstü kalsın…” Üstü çokça kalan kısacık bir ömür yaşamıştı Doğa ve gitmişti. Geride acı çeken, yüreği yaralı ve gözleri yaşlı bir anne kalmıştı! (Yusufeli Haber Gazetesi)