Sol ve Marksizm
Eğer takip ederseniz; neo-liberalizmi savunan küresel egemen ideolojilerin ve emperyalist-kapitalist dünyanın sözcüleri her yıl istisnasız en az bir defa Marksizmin, dolayısıyla sosyalizmin insanlığın sorunlarına bir çözüm getir(e)mediğini, reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte öldüğünü, ortadan kalktığını ve tarihin derinliklerine gömüldüğünü ilân ettiklerini görürsünüz. Bu ilân edişle ilgili makale, analiz, haber ve açıklamalara sermaye tekellerinin ve küresel güçlerin yayın organlarında; televizyonlarında, gazete ve dergilerinde genişçe yer verilir. Başka bir dünyanın olamayacağı/kurulamayacağına dair yaygaralar koparılır ve karalama kampanyaları düzenlenir. Böylelikle, kapitalist düzeni bütün yönleriyle bilimsel olarak acımasızca eleştiren, çelişkilerini gözler önüne seren ve insanlığa alternatif olarak emeğe dayalı kendi sınıfsız-sömürüsüz toplum modelini sunan Marksizmi “öldürmüş olma”nın rahatlığıyla yeni bir kampanya dönemini beklerler. Bir kez “ölen” bir şeyin dirilme ihtimali olmadığına göre neden, dönem dönem buna ihtiyaç duyulur ve Marksizme zombi muamelesi yapılır?
Bunu anlamak kolaydır; çünkü insanlığın önünde biriken sıkıntı ve sorunların, çelişki ve çatışmaların tek çözüm yolu, dün olduğu gibi bugün de Marksizmde yatmaktadır ve sosyalizm, bugün dünyayı kuşatan sömürü düzeni kapitalizmin tek alternatifi olmaya devam etmektedir. Ekonomik, toplumsal ve siyasal yapıda ortaya çıkan krizlerin, kültürel yozlaşma ve yabancılaşmanın nihai olarak aşılması, Marksizmin çözümlerini beklemektedir. Sorun, bu çözümlerin oluşturulmasında, geçmiş deneyimlerde göz önüne alınarak teorik çerçevenin kurulması ve bugünün analizlerinin doğru biçimde yapılmasında düğümlenmektedir. Ardından da ülke ve dünyayı doğru kavrayan ve hedeflerini net bir şekilde ortaya koyan politik bir programa ihtiyaç vardır. Bu yüzden tekrardan Marksizmin okunması, kavranması ve insanlığın yaşadığı sorunlara, örgütlü bir yapı ekseninde enerji kaynağı hiç bitmeyen bir fener gibi tutulması gerekmektedir.
İnsanlık tarihi yakından incelendiğinde, kriz dönemlerinin aynı zamanda sonraki dönemlerin kararlarını da içinde barındıran karar dönemleri olduğu görülür. Daha açık bir deyişle, insanlık değerleri mücadelesinde yaşanan kriz dönemleri aynı zamanda karar dönemleridir. Bu dönemlerde oluşturulan kararlar, tarihi ve insanlığı ileriye taşıyan doğru kararlar olabileceği gibi, insanlığı yıkıma ve toptan yok olmaya sürükleyen yanlış kararlar da olabilmektedir.
Örneğin, Hitler Faşizminin ortaya çıkışı ve yükselişi Alman halkının yanlış bir kararıydı ve çok büyük acılara mal oldu. Milyonlarca insan yaşamını yitirdi ve koca bir kıta yerle bir edildi. Diğer yandan, 1917 Ekim Devrimi ise Çarlık Rusya’sında yaşayan halkların doğru bir kararıydı ve insanlık hazinesine çok önemli değerler katmayı başardı. Emek eksenli bir dünyanın kurulmasının mümkün olduğunu gösterdi bizlere.
Dünya da bugün kapitalizm çok ciddi bir kriz içerisindedir. Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra dünyaya dayatılan kapitalizmin Yeni Dünya Düzeni(YDD) versiyonu da bir işe yaramadı. Dünyada emek sermaye çelişkisi daha da keskinleşti. Bu krizden kapitalist yöntemlerle kurtulma alternatiflerinin sayısı her geçen gün azalmaktadır. Bu nedenle, içinden geçtiğimiz dönem de alınacak kararlar, sadece 21. yüzyılı değil, bütün bir insanlığın geleceğini de tayin edebilir.
Krizlerin derinleştiği ve sorunların karmaşıklaştığı dönemlerde Marksizmin yol göstericiliğine duyulan ihtiyaç daha da artar. Marksizm, insanlığın bütün sorunlarına eğildiği gibi, daha karmaşık problemlerin çözümünü kendine konu edindiği ölçüde de somuta indirgenme, ete kemiğe büründürülme ve giderek geliştirilme olgusu ağırlık kazanır. Hayatın canlı pratiği içinde, doğru bir yöntem dâhilinde müdahale edilen sorunlar ve geliştirilen çözümler, Marksizmin gelişmesine katkıda bulunurken; insanlığın kurtuluş sürecini hızlandırır ve özgür bir dünya kurma seçeneğini de güçlendirir. Diğer yandan, sol ve Marksizm adına yanlış yöntemler üzerine kurulan bir pratik, bilim yolundan sapmanın önünü açarken, Marksist dünya görüşüne ve dolayısıyla sosyalizm projesine de büyük zararlar verir.
Marksizm, ona düşman olanların ileri sürdüğü gibi, olay ve olgulara dair hazır çözümler içeren bir reçeteler yığını değildir. Kapitalizmin ideologlarının iddia ettikleri gibi, modası geçmiş ve tarihin çöplüğüne atılmış düşünceler yığını da değildir. Bilimsel yönteme dayalı olarak “somutun somut tahlili” Marksizmin en temel ilkesidir.
Marksizm insanlara hayali kurtuluş reçeteleri sunmaz; dinlerin, sapkın ideolojilerin ve kapitalist-emperyalist sistemin yaptığı gibi, boş vaatlerde bulunarak insanları peşinden koşturmaz. İddia edildiği gibi dogmalar yığını da değildir. Hayatın kendi içinden oluşturur çözümlerini. Marks ve Engels’in derli toplu ve bütünlüklü bir biçimde formüle ettikleri Diyalektik ve Tarihsel Materyalist yöntem, doğru kullanıldığı takdirde, insanlığın bugünkü sorunlarına da doğru çözümler üreteceğini, geçmiş deneyimlere de bakarak iddia etmek, boş bir kuruntu değildir. Marks ve Engels’in söylediği gibi, “yığınların kendi somut çıkarları uğruna savaşımlarının tarihi ilerletebileceğini ve emeğin sömürüsünü ortadan kaldırabileceğini” göstermektedir bize.
1989 yılında Berlin Duvarının yıkılmasıyla başlayan ve son otuz yıldır ağızlarda sakız gibi çiğnenen ”Marksizm’in kriz yaşadığı” tezi, bilinçli düşmanlık yapanların ve karşı devrimi savunanların dışındakiler için aslında, onu hayata geçirmek istememelerinden ve mücadele kaçkınlığı yapmalarından kaynaklanmaktaydı. Yaşanan kriz, Sovyetler Birliği ortadan kalkmış olsa da Marksizmin kendisinin değil, kendilerini Marksist olarak tanımlayan uygulayıcılarının kriziydi. Nitekim 1990 sonrası yaşanan “Tartışma Süreci” sonucunda ortaya çıkan, devrimci hareketin tasfiyesine dayanan “yasal parti” kararı da böylesi bir karışık ve ikircikli ruh halinin ürünüydü. Bu kararda inisiyatif sahibi olan çevre ve kişilikler, kendi ihtiyaçlarını ülkemizde ki sınıflar mücadelesinin ve toplumsal muhalefetin ihtiyacıymış gibi teorize ederek yasal parti örgütlenmesinde karar kıldılar ve devrimci hareketin potansiyellerinde büyük bir kırılmanın ve dejenerasyonun yaşanmasına neden oldular. Bu sürece itirazlar o dönemde devrimciler tarafından elbette yapıldı ancak, ülkede yaşanan 12 Eylül yenilgisi ile dünyada yaşanan reel sosyalizmlerin çözülme ve gerilemesi sürecinin üst üste binmesinin yarattığı ruh hali, bu eleştirilerin görmezden gelinmesine neden oldu ve “ağır abiler” bildikleri gibi davranmaktan geri durmadılar.
Sonraki süreçte, bu kesimlerin yenilgili ruh hallerinin belirleyici etkisi altında politika yapmaya çalışıldı. Bu kesimlerin yaşadığı krizin Marksizmin krizi gibi gösterilmek istenmesi ile bağlantılı gelişen sürecin nasıl bir noktaya evrildiğini bugün hepimiz görmekteyiz.
Türkiye Solunda ciddi anlamda bir “geçmişi anlamama” sorunu vardır. “Geçmişi anlamayanlar, onu yeniden yaşamaya mahkûmdurlar.” diyordu Irwin Silber. Geçmişi anlama konusunda herhangi bir çaba gösterilmediğinden, yanlışlar konusunda da ciddi bir tekrar içine düşüldü. Her çevre, örgüt, parti vb. bulundukları yerden geçmiş değerlendirmesi yaparken, aynı zamanda kendi resmi tarihlerini de oluşturdular. Bu tarih, özeleştiriden uzak, ajitatif güzellemeler ağırlıklı kuru bir tarihti. Egemenlerin resmi tarihlerini haklı olarak eleştiren sol, sosyalist, devrimci çevreler, tarihin garip bir ironisi olsa gerek, eleştirdikleri yanlışa kendi cephelerinde düştüler. Geçmişte yaşanan mücadele deneyimlerini bugüne iz düşürebilme ve bu tarihi zenginleştirme yerine, tarihsel olarak yüklenilen misyona ters bir noktada kapalı alanlar oluşturdular. Toplumsal muhalefet ve mücadelenin nabzının attığı yerler değildi bu alanlar; bir tür toplumsal “ölü bölge”lerdi. Yaşamın dışında, “az olsun, benim olsun” yaklaşımı, özellikle 12 Eylül Askeri Faşist darbesi sonrası Türkiye Sol Hareketinde yaygın bir anlayış haline gelirken, “politik samimiyetsizlik” diyebileceğimiz, “hedeflenenin uzağında hareket etmek” gibi bir örgütsel hastalık da ortaya çıktı. Misyonlarına uygun bir gelişme sağlayamayan politik yapılanmaların varlıklarında ısrar etmeleri, Türkiye’de toplumsal muhalefetin ufalanmasına ve mücadelenin de dibe vurmasına neden oldu. Solun kitleselleşememesinin en önemli nedenlerinden birinin de böylesi bir hareket tarzı olduğu görülemedi.
Senegal Bağımsızlık ve İşçi Partisi Sekreteri Amath Dansökko bir konuşmasında şöyle diyordu: “Tarih, yanlış sloganlarla ya da gerçekliğin yanlış algılanmasıyla hareket eden bizim gibi büyük ölçekli politik hareketleri affetmez.”
Ülkemiz açısından bakıldığında, “Tartışma Süreci” kararı ve sonrası dönem aynen bu tespitte olduğu gibi işledi. Özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılması ve sosyalizmin Sovyet deneyiminin ortadan kalkmasıyla birlikte karışan kafalar, solun geniş kesimlerinin “yanlış sloganlarla ya da gerçekliğin yanlış algılanmasıyla” hareket etmelerine neden oldu. Bundan dolayı tarih, Türkiye Solu ve devrimci hareketlerini affetmedi.
Sovyet Sosyalizminin yıkılışının dünyaya ve insanlığa neler kaybettirdiği bugün daha net anlaşılmaktadır. Örneğin bugün, saldırgan ABD emperyalizmini askeri anlamda dengeleyecek ya da frenleyecek bir güç bulunmamaktadır. Sovyetler Birliği’nde Sosyalizm adına yetmiş yıllık uygulamaların birçok eksiği olduğu bir gerçektir. Bunu reddetmenin bir anlamı da yoktur ancak bu eleştiriler yapılırken yetmiş yıllık deneyimde sosyalizm adına hiçbir güzelliğin ve olumluluğun ortaya çıkmadığını söylemek de abestir.
Solun bu topraklarda tekrar umut olması, sosyalizm konusunda ısrarcı olmaktan geçmektedir. Sosyalizm kavramının önüne yada arkasına ekler getirmeden yapmak gerekiyor bunu. Bu ısrarı, bugün var olan çevrelerle, anlayışlarla ve yaklaşımlarla sürdürmek imkânsızdır.
Adorno, “aydın için, kültür alanında bile artık hiçbir sabit, garantili kategori kalmamıştır’” diyor ve ekliyor; “günün hayhuyu da binlerce talebiyle zihinsel yoğunlaşmaya müdahale etmektedir, bu yüzden bugün biraz olsun kayda değer bir şeyler ortaya koyabilmek için harcanması gereken çaba neredeyse hiç kimsenin altından kalkamayacağı kadar ağırlaşmıştır.”
Bu değerlendirmenin içine “politika kültürü”nü de katabiliriz. Türkiye’de genel olarak solun politika kültüründe, bilinen temel doğrular ve genel stratejiler dışında sabit, garantili hiçbir kategori kalmamıştır. Gündelik ve güncel politika üretme dilinde ki yavanlık ve yetersizlik buradan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden, düşünen, teori üreten ve örgütlü mücadele içinde ısrarcı olanlar standartlarını düşürmüş durumdalar. Uyumluluk basıncı her toplumsal alan, parti, kurum, birey vb. üzerinde etkisini göstermektedir. Bir farklılık yaratmayan devrimci siyasetler ve devrimci siyaset dili, kuşkusuz hedef kitlesine ulaşmada da başarısız olmaktadır.
İçinden geçtiğimiz dönemin en önemli sorunu, insanın, insani birikimler, değerler ve düşünce sistematikleri açısından bir çözülme sürecine girmiş olmasıdır. Bu belirleme, insanların öznesi oldukları parti, örgüt ve çevreler için de geçerlidir. Bunu engellemenin yolu, başta aydınlar olmak üzere bütün toplumsal öznelerin (bunun içine sol, sosyalist örgüt, parti ve benzeri yapılanmalar da dahildir) düşünsel öz disiplinlerinde ortaya çıkan çözülme ve erozyonu durdurmaktan geçmektedir
Marks’ın, 11. Tez’inde söylediği şey bugün bu krizi yaratanlar ve ne yapılması gerektiği üzerine kafa yoranlar için yine ve daha fazla geçerlidir. “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; aslolan onu değiştirmektir.” Bu değişimi yaratmanın yolu, Marksizmin geçmişte söyledikleri ve bugünü de açıklayan çözümlemelerini günümüz süreçlerine taşımaktan geçiyor. Dolayısıyla, bugünü anlamanın ve insanlığın geleceği için yeni çözümler üretmenin yolu da, Marksizmi tekrar yeni baştan gözden geçirerek, kavrayarak ve katkı koyarak bugüne uyarlamaktan geçmektedir. Böylece kriz, tıkanıklık, depolitizasyon, solda birlik olamama vb. şeylere sığınarak kıvırtmanın, sınıflar mücadelesi dışına kaçmanın hiçbir geçerli nedeni de kalmamış olacaktır.
(Not: Bu yazı, daha önce yayınlanan “İnsanlığın Sorunlarının Çözümü Marksizimde Yatıyor!” başlıklı makaleden, bazı ufak tefek eklemeler yapılarak derlenmiştir.)
(Mehmet Ali Yazıcı)