DEMOKRASİ MÜCADELESİNDE SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ
Demokrasilerde sivil toplum örgütlerinin tartışılmaz bir öneme sahip oldukları yadsınamaz bir gerçektir. Yaşam mücadelesinde birer mevzi ve toplumsal muhalefetin ekonomik-demokratik-mesleki temelde örgütlenme yeri olan bu yapılanmalar kuşkusuz her siyasi görüşü yakından ilgilendirmekte ve her çevre kendi kavrayışı doğrultusunda belli hedefler ortaya koyup sivil toplum örgütleri kurmaktadır. Farklı siyasi bakış açıları çoğu zaman ortak noktalar etrafında bir araya gelemedikleri için (program, yapı, çerçeve, ilke, hedef vb. konularda) ayrı hareket etmektedirler ve hitap ettikleri kesimlere gereken güveni verememektedirler. Sonuçta, kişisel çıkarların öne çıkması, suiistimal, meşruiyet yitimi, gelişememek, tıkanıklık gibi olumsuzluklar arka arkaya yaşanmaktadır.
Sivil toplum örgütleri, devletin yaptığı işleri takip eden ve eksiklikleri dile getiren, temsil ettiği kesimlerin hak ve özgürlüklerini savunan, koruyan ve geliştiren, demokratik-siyasal rejimlerin vazgeçilmez kurumlarıdır. Sivil toplum örgütleri yasa ile kurulan ve genel olarak oda, sendika, vakıf ve dernek adı altında faaliyet yürüten yapılanmalardır. Bu kuruluşlar, günümüzde algılandığı şekliyle, kurucu-yönetici üyelerinin çıkar ve menfaatlerini karşılayan rant kuruluşları asla değildir.
Sivil toplum örgütleri aynı zamanda ekonomik-demokratik mücadelenin verildiği kuruluşlardır. Yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yeni yeni haklar elde etmek, bunları kalıcılaştırmak, korumak ve çeşitli demokratik kazanımlar için mücadele eden yığın örgütleridir. Kitlevi boyutlarında ise meslek örgütlenmeleri olarak çeşitli kesimler arasında dayanışma özellikleri taşırlar.
Ancak olaya ekonomik bir bakış açısıyla yaklaşıp, bu örgütlerin işlevselliğini sırf ekonomik mücadeleye indirgemek de yanlıştır. Bunlar aynı zamanda demokrasinin, demokratik hak ve özgürlükler için verilen mücadelenin de birer mevzileridirler. Bir başka deyişle, demokrasinin güvencesidirler. Şöyle ki, kapitalist toplumlarda devletin biçimlenişi, yani egemen sınıfların diktatoryalarını gerçekleştirme biçimleri iki şekilde olur; burjuva demokrasisi ve faşizm. Burjuva demokrasisinin işlerlikte olduğu emperyalist-kapitalist ülkelerde demokratik hak ve özgürlüklerden (burjuva sınırlar çerçevesinde) yararlanılmaktadır. Örgütlülükler oturmuş ve hak alma mücadelesi önünde ki engeller yok denecek kadar azdır. Buna bağlı olarak “hak arama ve alma” bilinci de gelişmiştir. Ancak, bu tip ülkelerde de egemen sınıflar (özellikle tekelci burjuvazinin en elit kesimi) sıkıştıkları dönemlerde baskıcı yönetimlere başvurmuşlardır. İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya ve İtalya’da olduğu gibi, bütün demokratik hak ve özgürlükler askıya alınmış; ekonomik-demokratik mücadelenin tüm araçları lağvedilmiştir. Bu noktada, ekonomik bir bakış açısıyla olaya yaklaşırsak; tekrardan yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesini verebilmek için, demokratik hak ve özgürlüklerin tanınmasını beklemek gibi bir ikileme düşmüş oluruz.
Bizim gibi demokrasinin ve hak alma bilincinin gelişmediği ülkelerde kapitalizmin çarpıklığı ve dışa bağımlılık; ekonomik, sosyal ve siyasal yapıyı şekillendirerek çarpık bir demokrasi anlayışını devlet biçimi haline getirmiştir. Klasik anlamda burjuva demokrasisi yoktur. Yukarıdan aşağıya geliştirilmeye çalışılan çarpık demokrasi, klasik burjuva demokrasilerinin çok uzağındadır. Ekonomik, demokratik hak ve özgürlükler son derece cılız ve göstermeliktir. Baskılar devlet eliyle yukarıdan aşağıya kurumlaştırılarak sürekli kılınmıştır. Her dönem gizli ya da açık, tüm sisteme damgasını vurmaktadır. Parlamento işlevsel değildir. Başkanlık dönemine geçildikten sonra bu durum iyice pekişmiştir. Devlet ve idare işlerinde şeffaflık yoktur. Demokrasi teraneleri çekilir, ancak diğer taraftan militarist güçler, gizli odaklar ve “derin devlet” yapılanmaları parlamento üstü, siyasi süreci belirleme yetkisini kendilerinde bulurlar.
Bu gibi durumlarda hak gaspları ya da benzer saldırılar ekonomik-demokratik mücadelenin ve kazanımların tümüne yöneliktir. Ekonomik mücadele ile demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi iç içe geçtikleri için birbirlerini bütünler ve geliştirirler. Aynı şekilde, demokratik mücadelenin ufku da sınırlı olmamalıdır. Özgül olanın yanında genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmalı ve “baskı kurumu” olma, dayanışma içerisinde olma vb. görevleri de yerine getirmelidir.
Sivil toplum örgütleri farklı sınıf ve tabakalardan meydana gelen, bunun sonucu olarak farklı siyasi eğilimlerden insanların birlikte ve ortak hedefler doğrultusunda hareket ettikleri örgütlenmelerdir. Bu yapılara “demokratik” özelliğini veren olgu, hedeflerinin, üyelerinin ve işleyişinin demokratik niteliğidir. Doğal olarak saflarını da demokrasi güçlerinin yanında tutmalıdırlar. Baskıcı yönetimin temel aldığı zor ve şiddetin yalan, demagoji ve çarpıtmalara sarılarak mevcut düzeni sürdürmeye ve insanlar için yaşamı çekilmez kılmaya çalıştığı bir ortamda bu saf, anti-otoriter ve anti-baskıcı saftır. Emperyalizmin doğal zenginlikleri yağmaladığı, ülkeyi askeri bir üs haline getirdiği ve çalışan kesimleri iliklerine kadar sömürdüğü bir ortamda bu saf, anti-emperyalist saftır. Bu temel yaklaşımların yanında, haksızlığın, toplumsal adaletsizliğin olduğu her yerde, bu haksızlıklara karşı mücadele safında yine demokrasi güçleri yanında yerlerini alırlar.
Tarihsel süreç içerisinde üretici güçlerin gelişmesi ve iş bölümünün ortaya çıkmasıyla birlikte çalışma alanları da çeşitlenmiş ve genişlemiştir. Bu alanların çeşitliliği, sorunları farklı olan meslek gruplarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. İşçiler, teknik elemanlar, memurlar, öğrenciler, avukatlar vb. biçiminde sıralamayı daha da uzatabileceğimiz bu grupların her birinin değişik özelliklere ve sorunlara sahip oldukları açıktır. Şekillenmeden de anlaşılacağı gibi mesleki örgütler, özellikle ve öncelikle kendi özgül sorunları çerçevesinde yapılanacak ve bu doğrultuda ekonomik-demokratik mücadele vereceklerdir. Ancak bu demek değildir ki, mesleki örgütler kendi sorunları içerisinde sıkışıp kalacaklardır. Bu örgütlülükler aynı zamanda genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak ülke gerçeklerini açıklama kampanyalarına katılırlar; devletin eksik kaldığı alanlarda eleştiri yapar ve alternatiflerini de sunarlar. Bu açıdan, ülkenin gelişmesi ve değişimi için önemli bir dinamik olma özelliği gösterirler. Kısaca, toplumda ki diğer kesimlerle ortak dayanışma içerisindedirler. Egemenler bu tür örgütlülüklerin diğer süreçler hakkında görüş beyan edememesi için çeşitli yasal düzenlemelere gidebilirler. Ancak her şeye rağmen sorun sırf “yasallık” çerçevesinde ele alınamaz. “Yasallık” sınırlarının üzerine “haklılık ve meşruluk” sınırlarının çizilebilmesi olanaklıdır. Şöyle ki, 1982 Anayasası sendikaların, meslek odalarının ve diğer sivil toplum kuruluşlarının (ki, hemen hepsinin kapısına kilit vurulmuştu) siyasetin dışında tutulmasını emrederken, bir işveren sivil toplum örgütü olan TÜSİAD, kapatılmak bir yana, istediği gibi siyaset yapabiliyordu. Bu durumda, ilerleyen süreçte çalışan kesimlere bu kısıtlamaları ve yasakları, meşru ve haklılık temelinde delik-deşik ederek, hak ve özgürlükler mücadelesini sürdürmek kalıyordu ve öyle de oldu.
Adından da anlaşıldığı üzere sivil toplum örgütleri, sivil kitle örgütleridir. Resmi devlet yapılanmasının dışındadırlar. Bu nedenle kuruldukları alanda en geniş kitleyi kapsamak durumundadırlar. Üyelerinin somut istemleri için mücadele ederek onları kucaklamak, kitleselleşmek zorundadırlar.
Sivil toplum örgütleri yasal kuruluşlardır. Ancak bu yanları her koşulda mutlaklaştırılmamalıdır. Öyle dönemler olur ki, “yasallık” sınırları bulanıklaşabilir. Bu noktada “yasallık” sınırı zorlanacaktır, haklılık ve meşruluk temelinde hareket edilecektir. Örneğin, 1982 Askeri Darbe Anayasası ile sivil toplum faaliyetleri büyük oranda sınırlanmıştı. Ama bu durum değiştirilemeyecek anlamına gelmiyordu. Mevcut kanunlar hareket noktası olarak alınıp, yasal sınırlar zorlandı ve koşulları değiştirme konusunda başarılar elde edildi. Buna en güzel örnek, yasaklara rağmen kamu çalışanlarının sendikalaşma mücadelesi verilebilir. Mevcut yasalar kamu çalışanlarına sendikalaşma hakkı vermezken, fiili mücadele ile bu hak elde edildi ve bu gelişmeye uygun olarak yasal mevzuat değiştirildi. Böylece hukukta, “yasa ihtiyaçtan doğar” ilkesi bir kez daha doğrulanmış oldu.
Sonuç olarak şu söylenebilir: Demokrasilerde sivil toplum örgütleri gereklidir. Ama bunları kendi içinde mutlaklaştırmayıp, belli bir esneklik gözetilmelidir. Klasik anlamda burjuva demokrasisinin olmadığı bizim gibi ülkelerde sık sık yaşanan hak gaspları koşullarında, “tam” ve “ideal” ölçütler aramak, durağanlaşmayı beraberinde getirir. Esnek olmak ilkelerde belirsizlik ve tutarsızlık anlamına gelmez. Aksine, hayatın canlı pratiği içinde, temel değerlere halel getirmeden atılacak her adım, yeni yeni olumlulukları, deneyimleri ve kazanımları da beraberinde getirecektir.