İslamiyet’te Devlet
Kur’an-ı Kerimde bugünkü şekliyle, yani otorite anlamında devlet kelimesi geçmez. Ekonomik gücü elinde bulunduranların egemenliği, sultası, otoritesi ve baskısı olmasın diye gücün paylaşılması, yani dağıtılması emredilmiştir. Haşr Suresi 7. Ayette, “Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir).” denilmektedir. Gerçek hayatta bu ayetin hiçbir karşılığı yokken, yine de sürekli karşımıza çıkarılır.
İslam, tarihinin her döneminde ekonomik gücün tek elde, tek bir otoritede ya da merkezde toplanmasına karşı olmuştur. Buna rağmen yine de İslam adına Devletler ve İmparatorluklar kurulmuş, ekonomik zenginliği eline geçirenler toplumlara hükmetmişlerdir. Bu durum, “İslam’ın bir din olduğu kadar siyasi bir bağlılık anlamı taşımasından ileri gelen bir zorunluluk olduğu” şeklinde açıklanmıştır. Muhammed, Hicret sonrası Medine’deki Cemaati, şehri ve bir halkı yönetmek için bizzat kendisinin hükümdarı olduğu bir devlet kurmuştur.
Peygamberin ölümünden sonra, peygamber olarak onun yerine geçecek bir kimse olamayacağı için uzun bir halifeler dönemi yaşanmış, dinsel-politik İslam topluluğunun en yüce gücü olarak halifelik kurumu geçmişin izinden yürümeye devam etmiştir.
Halifelik kurumunun dini hiçbir görevi yoktu ve halife seçilenler ulemadan değildi. Görevi dini yorumlamak değil, korumak ve kollamaktı. Bu nedenle, dini yorumlayan ulema kesimiyle halifelik arasında her zaman belli bir mesafe olmuş, pek yakınlaşma olmamış, yapılan tartışmalarda ulema içerisinde ki dindar hukukçular istemeyerek de olsa bazı siyasi gerçekleri kabul etmek zorunda kalmışlardır.
İslam tarihi incelendiğinde, günümüz İslam’ı hariç, Müslümanların devlete karşı her dönem çelişkili ve tereddütlerle dolu bir tutum takındıkları görülür. “Devlet, bir taraftan, dini öğretilerine göre düzenin ve Tanrı’nın isteğinin yerine getirilmesi için gereken ilahi kökenli bir kurum İken, diğer taraftan da işleyişine dâhil olanları zehirleyen, bir şekilde içine girenler açısından tehlikeli olan kötü bir kurum olarak görülmüştür.”(Bernard Lewis)
Bu nedenle Muhammed bir hadisinde, “devlet ve Cennet birleştirilemez” demiştir. Bunun anlamı açıktır: Gerçek ve samimi Müslümanlar için hükümet etme işinde günah, haksızlık ve kötülük vardır. Bu yüzden, iyiliğin karşılığı olan Cennetle, kötülüğün temsilcisi olan devleti bir araya getirip birleştirmek mümkün değildir. Bazen bu görüşler hükümet edenlerin dilinden, yani içeriden de ifade edilmiştir. IX. Yüzyılda Abbasi Devleti vezirlerinden biri; “Hükümetin temeli göz boyamaktır. Eğer işe yarar ve ömürlü olursa politikaya dönüşür.” demiştir.
İslam tarihine yakından bakıldığında, eski dönemlerden beri ulema, yani İslam’ı yorumlayanlar ile devlet, yani İslam’ı koruyup kollamaya çalışanlar arasında hep bir gerilim olduğu görülür. Bu iki kurum arasında ki ilişkiler, tarih boyu karşılıklı şüpheye dayalı olarak zar zor işleyebilmiştir. Taraflardan ulema gerçek Müslümanları temsil etmektedir ve halka devletten daha fazla yakındır. Devlet ise kötülüğü temsil etmektedir ve halka, gerçek ve samimi Müslümanlara uzaktır. Bundan dolayı, Bernard Lewis’in ifadesiyle “Devlet, gerçek dindarlara göre, iyi insanların asla karışmamaları gereken bir kötülüktür. Gelirini zorla elde eden devlet hizmetinde olmak, aşağılayıcı ve bir bakıma da günah olarak görüldüğü için devletten ücret alanlar bu günahı paylaşırdı.”
Bu durum öylesine önemsenirdi ki, dindar ve okumuş insanların yaşam öykülerinde, o kişinin devletin önerdiği bir görevi kabul etmediği mutlaka yazılır ve bu da onun ününü, doğru ve dürüstlüğünü gösterirdi. Kadıyı devlet atardı ancak bu atama gerçek müminler arasında pek kabul gören bir durum değildi. İslam tarihinde kadılar sürekli alay konusu edilmişlerdir. Müftüler ise daha önceki müftülerin görüşleri doğrultusunda seçilirdi ve halk tarafından daha çok saygı görürlerdi. Müftüler devletten maaş almazlardı. Gelirlerini, sundukları hizmet karşılığında alınan ücretlerden ya da dini vakıflardan elde ederlerdi. Ulema ve kurumları tamamen devletin dışında olmasa da gelirleri büyük oranda dini vakıflara dayanırdı.
Esasında durum şu idi: Ulema ile devlet arasında resmi bir ayrılık yoktu, fiili bir güçler ayrılığı mevcuttu. Şeriat ile ilgili her konuda devlet ulemaya başvururdu. Ulemanın bu konuda ayrıcalıklı bir yetkisi vardı ve devlet buna uymak zorundaydı.
Gerçek Müslümanların devleti kötü görmeleri ve ondan maaş almayı ya da nemalanmayı iyi bir davranış olarak kabul etmemelerine rağmen ticaret olumlu karşılanırdı. En makbul ve helal kazancın ticarette olduğu savunulurdu. Arap yazarlarından el-Cahiz’in kaleme aldığı “Tüccarlara Övgü, Memurlara Yergi” başlıklı yazıda, devlete ve hükümdara hizmet edenler aşağılanmış; küçüklük, dalkavukluk olarak görülmüş ve kararsız olmaları nedeniyle suçlanmış, tüccarlar ve ticaretten elde edilen kazanç ise yüceltilmiştir. Ortaçağ İslam bilginlerinin önde gelenlerinden biri olan Gazali ise ticareti överek, insanların kendilerini öteki dünyaya hazırlama yollarından birinin ticaret olduğuna vurgu yapmıştır.
Ulemanın devlete yaklaşması Osmanlı döneminde hızla gerçekleşmiştir. Bunun nedeni de hükümdarların daha fazla dindar olmaları ve yeni kurallar getirip uygulamaya sokmada, ulemaya haddinden fazla ihtiyaç duymalarıdır.
Bernard Lewis, konuyla ilgili olarak “Ortadoğu” adlı tarih çalışmasında şunları yazmaktadır:
“Eski çağlarda daha dindar ve saygın olanlar, devletten uzak durarak devlet hizmetinin yol açacağı ruhsal kirlenmeden kaçınırlardı. Ancak XI. yy’dan itibaren yurtiçinde ve yurtdışında ki yeni tehditler nedeniyle hükümdarlar ve ulema birbirlerine yaklaşmıştır. Selçuklular, daha çok Osmanlılar ve başka yerlerdeki çağdaşlarının yönetiminde özellikle hukukla ilgilenen ulema, devlet işlerine daha çok karışır oldu ve bir anlamda da hükümet mekanizmasının bir parçası haline geldi.”
Bugünkü İslam bu geleneği devam ettirmektedir. Ulemanın olmadığı bizim gibi ülkelerde bu kurumun yerini, Diyanet İşleri Başkanlığı, din bilginleri, cemaat şeyhleri, ilahiyatçılar vb. doldurmuş durumdadır. Devletten ve hükümetten beslenmek ve nemalanmak için yarış içerisindedirler. Sürekli öykündükleri ve “asri saadet” dedikleri dönemin olumlu özelliklerinden biri olan, “devletten, otoriteden ve güçten beslenmenin ruhsal kirlenme yaratacağı” inancını hatırlamaz durumdadırlar. Devletin kötülükleriyle bezenerek, bu kötülük ve adaletsizliklere ortak olarak topluma İslam’ı anlatmaya çalışmaktadırlar! Toplumun bir kesimi ise devletten beslenmeyi bir gelenek ve inanç haline getirmiş durumdadır. İmam Hatip Liselerinde yapılan bir ankete göre öğrencilerin deizmi tercih etmeleri şaşılacak bir durum değildir. Buradan elbette ki deizm (sadece yaradana inanmak) çıkar.
Yazıyı eski bir Türk öyküsüyle bitirelim.
Bilindiği gibi İslamiyetin yayılmasında dervişlerin büyük bir emeği ve önemi vardır. Özellikle Anadolu’da, “bir lokma bir hırka” inancıyla, dünyevi hiçbir şeye itibar etmeden, İslam’ı yaymak için dolaşmadıkları yer kalmamıştır. Gittikleri yerlerde İslam’ı anlatarak, İslam dininin daha çok insana ulaşması için büyük çabalar sarf etmişlerdir. Bunu yaparken bir yandan da dini otoritelerin ve hükümdarların yanlışlarını eleştirmişlerdir.
Dervişin biri bir gün zengin bir adamın evine giderek sadaka ister. Dervişin dindarlığından şüphe eden zengin adam ona, İslam’ın beş şartını saymasını söyler. Derviş, kelime-i şahadet deyip susar. Zengin adam, “diğerlerini bilmiyor musun?” diye sorunca derviş: “Siz zenginler hacdan ve zekâttan vazgeçtiniz, biz yoksul dervişler de namaz ve oruçtan vazgeçtik, onun için geriye Allah’ın birliğinden ve Muhammed’in onun peygamberi olduğundan başka bir şey kalmadı.” der. Kıssadan hisse!
(Yararlanılan Kaynak: Bernard Lewis, Ortadoğu, Arkadaş Yayınevi)
(Mehmet Ali Yazıcı)