21.Yüzyıl: Şok ve Korku Yüzyılı!
Dünya 21. yüzyıla büyük umut ve beklentilerle girmişti. 2000 yılında yapılan geniş çaplı milenyum kutlamalarında (milenyum yeni başlayan bin yıl demektir) dünya için birçok özlem, istek, beklenti ve arzu dile getirilmiş, 21.yüzyılın insanlık için barış, özgürlük, demokrasi ve refah yüzyılı olacağı ileri sürülmüştü.
Milenyumun ilk yüzyılının ilk çeyreğinin bitimine iki yıl kaldı ve tahmin edilen, beklenen, olması arzulanan hiçbir şey gerçekleşmedi. Bölgesel savaşlar, iç savaşlar, işgaller, darbeler, katliamlar, sömürü, açlık, yokluk ve yoksulluklar, çevre sorunları, teknolojinin yarattığı sorunlar, nükleer tehdit, insanları aşırı tüketime teşvik etmekten kaynaklanan yıkım, yalnızlık, uyuşturucu kullanımında artış, yabancılaşma vb. olduğu gibi devam etti. Tek kutuplu dünyanın büyük güçleri ve sermaye tekelleri bütün coğrafyalarda istedikleri gibi at oynattılar. Emperyalistler, “küreselleşme ve yenidünya düzeni” adı altında işgal, sömürü, tahakküm ve talan politikalarını sürdürdüler. İnsanlık geleceğe dair artık eşitlik, özgürlük, kardeşlik, barış ve adalet hayalleri yerine şok ve hayal kırıklıkları yaşayarak, büyük korkular taşıyor. Geleceğin belirsizliği, geleceksizlik tüm insanları ve toplumları sarmış durumda. Dünya genelinde birçok insanlık dramına, baskı ve katliama rağmen, sermayeyi ve üretim araçlarını tekellerinde toplamış olan bir avuç asalak ve sömürücünün artan zenginlikleri dışında, ortaya çıkan, gelişen ve değişen bir şey yok!
Tarihte geçmiş yüzyıllara baktığımızda, her yüzyılın kendi koşullarına göre örgütleyerek ortaya çıkardığı, geliştirdiği ya da akim bıraktığı, başarılan ya da başarılamayan, geleceğe dair insanlık için sonuçlar üreten bazı felsefi, toplumsal ve siyasal temaların olduğunu görürüz. Başarılı olsun ya da olmasın bir takım beklenti ve çabalar insanı/insanlığı ayakta tutmaya yetiyor; bu değerler için var olmak, yaşamak ve mücadele etmek önemseniyordu. İnsanlık bugünkü kadar çaresiz ve umutsuz değildi. Örneğin geçtiğimiz yüzyıl, iki büyük dünya savaşı görmüş olmasına rağmen eşitliğin, özgürlüğün, refahın, barış ve kardeşliğin, adaletin ilerlemeci politik devrimler sayesinde olabileceğini vaat etmiş ancak bu amacını gerçekleştirememişti. Yine de insanlar bugünkü gibi yılgın, mutsuz, umutsuz, karamsar ve tükenmiş değildi. Hayal kurma güç ve yeteneklerini yitirmemişlerdi. Geleceğe yönelik umutları, özlemleri, proje ve beklentileri vardı. İnsanlık değerleri için mücadele etmekten, şimdilerde olduğu gibi toptan imtina etmemiş ve tümden vazgeçmemişti. Çağımızın en önemli özelliği, özellikle yoksul kesimlerin beklenti ve umutlarını öldürmüş olmasıdır.
Ünlü Fransız düşünürü Alain Badiou, 21. Yüzyıl için, henüz başlangıcında olduğumuzdan dolayı ana temanın ve dayanak noktalarının tam olarak ortaya çıkmadığını söylemektedir. Ama yine de bu yüzyılı “korkunun egemen olduğu bir zaman dilimi” olarak tanımlamaktan geri durmamaktadır. “Özellikle Batılı ülkelerde ki bu korku olgusu, tutkudan, krizden, ötekinden, başkasından, yabancı olandan, gelecekten korku şeklinde açığa çıkmaktadır.” değerlendirmesini yapmaktadır.
Bu durumun yeryüzüne egemen olan güçler için korkutucu sonuçlar ortaya çıkaracağı açıktır. İnsanların ve toplumların ümitsizliği, güvensizliği ve gelecek korkularından kaynaklı şok tablo, dünya egemenleri için hiç de iç açıcı bir tablo değildir. Lenin’in deyişiyle, yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyor, yönetilenler ise bugün olduğu gibi, haksız ve adaletsiz bir şekilde yönetilmek istemiyorlar. İnsanlığın çözülmesi gereken sorunları daha da karmaşıklaşmış durumda. Bu karanlık gidişe rağmen ne yazık ki insanlık henüz başka bir alternatif ortaya çıkarabilmiş değil. Yaşananlar iç karartıcı bir boyuta ulaşmış durumda ve bu durum bireylerin tek tek psikolojik tedavileriyle aşılacak gibi değil!
Dr. Meryem Çelik bu durumla ilgili sonuçları, “Alışkanlıklarımız” adlı kitabında sıralamakta ve psikolojik ya da psikiyatrik tedavinin bir işe yaramadığının altını çizmektedir. “Otoriteye karşı kayıtsızlık, kurumlara yönelik güvensizlik ve gittikçe artan nihilizmi (hiççilik-bn.) önlemek için geliştirilen psikolojik tedavi yöntemlerinin ne bireyi tatmin ettiği ne de sonuç olarak toplumsal düzeni güvence altına almaktadır.” tespitini yapmaktadır. Doğanın yavaş yavaş ortadan kalkması ve dünyanın yapaylaşması, bireylerin kendilerini ifade edememelerine, bir başka deyişle “kendi deneyimlerinden” uzaklaşmalarına neden olmakta, bu süreç, toplumsal ve bireysel yabancılaşma olgusunu öne çıkarmaktadır. Yazar bu durumu, “gelecek şoku” olarak adlandırmakta ve bu yabancılaşmayı büyük oranda, “teknoloji, sıkıntıların ardındaki güç ve ideolojik baskının temel biçimi olarak” bireyin karşısına çıkmasına bağlamaktadır. Bir başka söyleyişle, teknolojinin ve teknolojik gelişmelerin fütursuzca kullanılması, insanlar arası toplumsal ilişkileri ve insanı geriletmekte ve gittikçe ortadan kaldırmaktadır.
Gelecek şokunu yaşayan birey ya da toplumların bazıları gelişim, değişim ve bunların ortaya çıkardığı olumsuz sonuçlar karşısında, eskiden var olan değer yargılarına sarılmaya ve onları sağlamlaştırmaya çalışarak katılaşmaktadır. Bugün insanların dinsel ideoloji ve değerlere sığınmaya çalışmalarının nedeni budur. Bu insanlar ya da toplumlar, “Sürekli değişikliklerin yarattığı belirsizlik durumlarına karşı, yeniliklerden kaçarak eski değerlere sarılırlar. Bazıları ise, hızlı değişim karşısında, anksiyete (Endişe demektir. Deneyimlenen kaygı, korku, gerilim, sıkıntı halidir.-bn.) şaşkınlık, içe kapanma, yabancılaşma ya da yaşam biçiminde sürekli oynaklıkla belirlenen tepkiler geliştirir.” denilmektedir.(Dr. Meryem Çelik, age.) Günümüzde insanların birbirlerini tanıyamamaktan şikâyet etmeleri, kişiliklerinde ki bu oynaklıktan ve karakter aşınmasından ileri geldiği düşünülebilir.
Yapılan felsefi tartışmalarda modernitenin olumlu ve olumsuz sonuçları olduğu, dolaylı ya da dolaysız olarak insanları boşluğa ve anlamsızlığa ittiği söylenmektedir. Çağımızın post-modern bireycilik anlayışı insanı kendine, çevreye, topluma yabancılaşmaya ve yalnızlığa mahkûm etmektedir. Büyüyen kentler ve kent yaşamı ile para ekonomisi, insanların tüketici yanlarının pohpohlanması; bencillik, rekabet ve çıkar ilişkilerinin öne çıkmasını sağlarken, bütün bunların sonucunda ortaya çıkan yalnızlık duygusu insanların yaşamla baş etmelerine engel olmaktadır. Özcesi, Adorno’nun deyişiyle, yanlış bir hayatı doğru yaşamaya çalışmanın tüm sıkıntılarını yaşamaktadırlar.
Dünya genelinde yapılan araştırmalara göre insanlar kültürel, ekonomik, toplumsal ve siyasal süreçlerin ortaya çıkardığı sorunların bireye yansıyan biçimleri olan stres, sıkıntı, depresyon, ruhsal bozukluklar gibi anomalileri aşmak için yoğun miktarda antidepresan kullanmaktadırlar. Antidepresan kullananların ve psikolojik tedavi için arayış içerisinde olan ve yardım alanların sayısı her geçen gün çoğalmaktadır. Ekonomik ve Kalkınma Örgütü(OECD)’nün yaptığı araştırmalara göre dünya genelinde, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere antidepresan kullanma oranları sürekli artmaktadır.
“Bu tür yatıştırıcı ilaçların kullanımında İzlanda, Kanada ve Avusturalya öne çıkmaktadır. Ekonomik krizle birlikte İspanya ve Portekiz’de antidepresan kullanımının % 20 artış gösterdiği saptanmıştır. Çin’de antidepresan piyasası son yıllarda % 20 büyürken, ABD’de yetişkinlerin % 10’nun antidepresan kullandığı ifade edilmektedir.”(Dr. Meryem çelik, age.) Antidepresan kullanımı oranlarıyla ilgili Türkiye için sağlıklı veriler bulunmamaktadır.
21.yüzyıl başlarında, geleceğe yönelik şok ve korkulardan kaynaklı yaygın olarak gelişen bir başka sorun da intiharlardır. Tüm dünyada, son yıllarda sosyal, ekonomik ve çağın başka sorunlarından kaynaklanan intihar vakalarının arttığı gözlenmektedir. Yapılan hesaplamalara göre dünyada her 40 saniyede bir kişi intihar yoluyla yaşamına son vermektedir. Bu oran tüm ölüm olaylarının % 1,5’ini oluşturmaktadır. İntiharlar sonucu yaşamlarına son verenlerin sayısı her yıl yaklaşık 1 milyon düzeyindedir.(Dr. Meryem Çelik, age.)
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı rakamlara göre 2018 yılında Türkiye’de 3161 kişi hayatına son vermiştir. Türkiye’de 2012 yılından itibaren intihar vakaları 3000’li rakamlara çıkmıştır ve intiharlarla ilgili en son yayımlanan rakamlar 2018 yılına aittir. Ülkemizde 2014 yılında 3169 kişi, 2015 yılında 3 bin 246 kişi, 2016 yılında 3 bin 193 kişi ve 2017 yılında 3 bin 168 kişi, intihar sonucu yaşamını yitirmiştir.
Bu intiharların en önemli nedeni, geçim sıkıntısıdır, dolayısıyla ekonomiktir ve yaşamını yitirenler arasında erkeklerin sayısı kadınların sayısından daha yüksektir. Ne yazık ki iktidarda olanlar bu rakam ve sorunlarla ilgilenmemekte, yarattıkları ekonomik krizlerin sonuçlarına bakmamaktadırlar.
Alman filozofu ve Frankfurt Okulu olarak adlandırılan eleştirel felsefe okulunun önde gelen kişilerinden biri olan Theodor Adorno’nun, modernizmin ve teknolojinin doğa üzerinde kurduğu baskıyı ifade etmek için söylediği, “dış dünyanın başarılı bir şekilde boyunduruk altına alınması, içsel doğanın ne ölçüde bastırıldığına bağlıdır” sözü, günümüzde yaşananlara ışık tutmaktadır. Teknolojinin dünyayı kuşatma ve denetim altına alma hareketi aynı zamanda insanları da etkilemiş, içsel doğalarını baskılayarak teknolojinin bir eklentisi durumuna getirmiştir. Teknolojik gelişmeler ve doğayı denetim altına alma başarısı insanların yaşamlarını kolaylaştırmış ancak içsel bir mutluluk getirmemiştir. Bu süreç tarımla başlamış, yüzyıllarca süren sanayi atılımları ve teknolojik gelişmelerle birlikte günümüzde doruk noktasına ulaşmıştır. Üretim, kar ve bilinçsizce tükettirme amacıyla kutsal bir tapınma nesnesine dönüştürülmüştür. James Serpell’ın deyişiyle, “Kısaca ifade etmek gerekirse, yolun sonuna geldiğimiz anlaşılıyor. Artık daha fazla büyüyemeyiz; daha fazla tahribat yaratmadan üretimi yoğunlaştırmamız mümkün değil ve dünya hızla bir çöplüğe dönüşmektedir.”
Bugünkü üretim tarzı ve üretim ilişkilerine bakıldığında, üretimin toplumsal, tüketimin, yani paylaşımın ise bireysel olduğu açıkça görülür. İnsanlığın yaşadığı sorunlar tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Gerçek şudur ki, bugün dünyada tüm insanların her türlü ihtiyacını karşılayacak, refahlarını sağlayacak ve gelecek korkularını ortadan kaldıracak üretim, imkân ve potansiyeller mevcuttur. Üretici güçlerin ve üretim araçlarının ulaşmış olduğu gelişmişlik seviyesi bunu göstermektedir. Doğanın ve insanların dengelerini zorlayacak bir durum söz konusu değildir. Sorun, üretilenlerin, imkân ve birikimlerin ülkeler ve insanlar arasında ki paylaşım şekli ve ilişkileriyle ilgilidir. Görünen o ki, böyle giderse 21.yüzyıl da insanlığın bu sorununu çözmeyecektir.