ADORNO’NUN ANTİ-TEZİ
Eleştirel felsefe okulu olarak kabul edilen Frankfurt Okulunun önde gelen düşünürlerinden biri olan Theodor W. Adorno, insanlara mesafeli davranan kişiyi bekleyen bir tehlikeye dikkat çeker ve yaşama dair bir antitez ileri sürer. Bu tehlikeyi şu şekilde tanımlar: “Kendisinin başkalarından daha iyi olduğunu sanmak ve topluma yönelttiği eleştiriyi de kendi özel çıkarını gizleyen bir ideoloji olarak istismar etmek. Kendi yaşamını doğru bir varoluşun çelimsiz ve kırılgan imgesine uygun olarak kurmaya çabalarken, imgenin hem kırılganlığını hem de hiçbir zaman gerçek yaşamın yerini tutmayacağını akıldan çıkarmaması gerekir. Ama içindeki burjuvanın ağırlığı, böyle bir bilince bağlı kalmasını zorlaştırır. Mesafeli gözlemci de aktif katılımcı kadar dolanmıştır dünyaya; ilkinin tek avantajı, bunu bilmesinden ve bir de her çeşit bilginin verebileceği o çok küçük, çok sınırlı özgürlükten ibarettir.”
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin insana çok geniş olanaklar tanıdığı halde, “uygarlığın yeniden cehalete dönüştüğü” bir dönemden geçmekteyiz. Çoğumuz yaşamın dışındayız ve elimize geçen fırsatları insani temelde değerlendirmekten/kullanmaktan uzağız. Bu belirleme, düzen karşısında muhalif duruş sergilemeye çalışan insanlar için de geçerlidir. Öğrenme ve bilgi edinme iştahımız kapanmış durumda. Başta yaşadığımız toplum olmak üzere, ilişkide olduğumuz insanlara ve şeylere karşı mesafeliyiz. Çünkü her şeyi en iyi biz biliriz. Sınırlı ve çok küçük bilgilerimizi “özgürlük”, “farklılık” ve “avantaj” olarak kabul eder, başkalarının üzerinde kullanmaya çalışırız. Yaşamın kötüleşmesine karşı duracak küçücük bir çabamız bile yok. Kendi adacıklarımızda kibirli yaşamayı seviyoruz. Bu durumun, toplumun ve insanların değişim ve dönüşümüne bir etkisi olmayacağı açıktır. Adorno anti-tezinde, insanın içinde yaşadığı dünyayı ve toplumsal koşulları kabul etmeyerek reddetmesinin tamamen kendi istek ve iradesine bağlı olduğunu savunur.
Adorno’dan devam edelim: “Yaşamın kabalaşmasına, hunharlaşmasına bakarak ürpeririz, ama nesnel olarak bağlayıcı bir ahlâktan yoksun olduğumuz için de, her adımda, insani ölçüler açısından bile densizlik sayılması gereken davranışların, konuşmaların ve hesapların içinde buluruz kendimizi.”
Belli ilkeler etrafında bir araya gelerek aynı güzergâhta yürümeye çalışan insanlar olarak, insan ilişkileri açısından toplumsal ortalamanın üzerinde bir davranış ve yaşam anlayışı sergileyemediğimiz sürece, değişimi-dönüşümü-farklılaşmayı sağlamak için gösterdiğimiz çaba da nafile kalacaktır. Bu nedenle, Adorno’nun dediği gibi “bağlayıcı bir ahlâk”tan yoksun olmamak gerekiyor. Bu anlayış, yan yana ve birlikte yürüdüğümüz insanlara karşı sorumlu olmayı, aidiyeti ve bağlılığı da sağlamış olacaktır.
Devam ediyor Adorno; “Liberalizmin çözülüşüyle birlikte, burjuvazinin asıl ilkesi olan rekabet de, aşılmak şöyle dursun, toplumsal sürecin nesnelliğinden taşarak, bu sürecin çarpışan ve itişen atomlarının bileşimine ve böylece de bir bakıma onun antropolojisine sızmıştır. Yaşamın üretim sürecine bağımlı kılınması, bizim kendi üstün irade ve seçişimizin sonucu sanmaya pek yatkın olduğumuz o yalnızlık ve yalıtılmışlığın bir benzerini zaten herkese bir aşağılanma olarak tattırmaktadır. Kendi tikel çıkarları olunca her bireyin kendini bütün ötekilerden daha iyi sayması da, başkalarına bütün müşterilerin toplamı olarak kendinden daha çok değer vermesi kadar eski bir bileşenidir burjuva ideolojisinin.”
Bu ve benzeri çelişkilerden bu düzen içerisinde kurtulmak zordur ama yine de yapacak bir şeylerimiz vardır mutlaka! Tek sorumlu davranış biçimi şu olabilir: Adorno’nun ifadesiyle, “Kendi bireysel varoluşumuzu bir ideolojiye dönüştürmekten kaçınmak ve özel yaşamımızı da en alçakgönüllü, en iddiasız ve en gürültüsüz biçimde sürdürmek, ama artık iyi yetişmiş olmanın bir gereği olarak değil, bu cehennemde hâlâ soluyabilecek havayı bulabiliyor olmanın utancından ötürü.”
(Mehmet Ali Yazıcı)

