MUHAFAZAKAR AHLAK VE YOZLAŞMA
Türkiye’de çok kullanılan, toplumsal ve siyasal yaşama sirayet etmiş, genelde ahlakın ve siyasetin ölçüsü olarak kabul edilen muhafazakârlık kavramı, Batılı anlamda kullanılmadığı gibi, siyasal yaşamda, siyaset dili ve kültürü açısından da net bir karşılığı bulunmamaktadır. Geleneklere bağlılık ve dindarlık, muhafazakârlığın temel ölçütleri olarak kabul edilmektedir. Batıda muhafazakârlık, radikal değişimlere karşı olan, mevcut düzeni ve statükoyu savunup koruyan, sınıfsal ayrımları koruyup sürdüren bir siyaset ve ahlak ideolojisi anlayışıyken bizde genellikle din ve milliyetçilikle eşdeğer olarak kullanılmakta ve bu kesimlerin yaşam anlayışı ve dünya görüşü olarak bilinmektedir.
Anlayış farklılıklarına rağmen Batı muhafazakârlığı ile ülkemiz muhafazakârlığının geleneksel kurumlara ve ilişkilere verdikleri önem, dinin toplumsal yaşam içindeki yeri ve etkisi, aile yapısının korunması ve sınıfsal farklılıkların devam ettirilmesi gibi ortak noktalar mevcuttur. Ayrıldıkları nokta ise, Batı’da muhafazakârlık siyasetin bir biçimi iken, ülkemizde devletin şekli ve içeriğinin de muhafazakâr olmasıdır.
Siyaset alanına 19. yüzyılda Fransız Devrimi ile giren muhafazakârlık, Napolyon Devriminin yenilmesini sağlayan Jakobenlere karşı, eski düzeni savunmak amacıyla bir tepki hareketi olarak ortaya çıkmış, kendi siyaset ve ahlak anlayışını da oluşturmuştur. Çağdaş dünyanın siyasi ideolojilerinden biri olan muhafazakârlık, mevcut durumu muhafaza ederek sürdürmek, yeniliklere mesafeli durmak ve değişime karşı olmak özellikleriyle bilinir. Bu açıdan bakıldığında, insanın akıl, bilgi ve birikim bakımından sınırlı olduğunu savunur. Toplumların aile, gelenek, din gibi kurumlarını temel alır ve dünya görüşünü bunların üzerinden geliştirir. Bu kurumları ve geleneği sarsmayacak bir düşünsel alan içerisinde hareket etmeyi tercih eder.
Batı’nın muhafazakârlığa yüklediği anlam ile ülkemizde muhafazakârlığa yüklenen anlam arasında ki farkı da görmek gerekiyor. “Batı dünyasında muhafazakârlık, gelenek, düzen ve otorite değerlerine vurgu yapan ve toplumu atomize bireylerden çok, birbirine organik bağlar ile bağlanmış bir bütün olarak gören ve iktisadi anlamda yeniliklere kapalı bir ideoloji iken; ülkemizde, dinî, iktisadi ve sosyal faaliyetleri de referans kaynağı alan bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır.” (Muhafazakâr Siyaset İdeolojisi ve Türkiye’de Muhafazakârlık, Murat Sezik, Doktora Tezi)
Kapitalizmi, modernleşmeyi ve Batılılaşmayı öne çıkaran, para ekonomisini yücelten muhafazakâr siyaset anlayışı, iktisadi anlamda liberalizmi ve serbest piyasayı savunarak geleneksel siyaset ve ahlak anlayışına ters düşmektedir. Eski ve tarihin gerisinde kalmış değerler, aile yapısı, toplumsal yaşamın merkezine oturtulurken, ekonomik olarak lüks yaşam ve savurganlık, zayıf insan ilişkileri ahlaki yaklaşımların çok ötesine taşınmaktadır.
Türkiye’de muhafazakâr ahlakla harmanlanan liberal düzenin ilk insan davranışı örneğini ANAP iktidarları döneminde Turgut Özal vermiştir. “Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz”, “Benim memurum işini bilir”, “Ben, zenginleri severim” gibi çıkışlarla ahlaki değerler açısından toplumun gideceği yönü o yıllarda işaret etmiş, yaşamıyla ve sergilediği davranışlarla bizzat bu anlayışın öncülüğünü yapmıştır. Özal yaşıyor olsaydı ve bugünleri görseydi, muhafazakar ahlak anlayışı ve insan davranışının AKP iktidarları döneminde gelinen noktaya kendi bile şaşırırdı.
İçinde yaşadığımız dönemde muhafazakâr ahlakta yediden yetmişe, toplumdan devlet idaresine, siyasetten gündelik yaşama, kültürden eğitime uzanan bütün alanlarda, sınırları belli olmayan bir yozlaşma ve çürüme yaşanmaktadır. Her şeyin tek çaresi olarak topluma muhafazakâr ahlakı sunanlar, iddialarının tam tersi örnekler sergileyerek ahlaki alanda yozlaşma, çürüme ve çöküş üretmektedirler. Sosyal hayatta ve insan davranışlarındaki sorunların maneviyat eksikliğinden kaynaklandığını iddia edenler, çözümü de “öze dönmek”te, yani dinsel değerlerde buluyorlardı. Bunun doğru olmadığını, yaşam tarzları ve tutumlarıyla yine kendileri göstermiş oldular. 1980’lerde ortaya çıkan ve neo-liberal siyaset, kültür ve ekonomi politikalardan beslenerek bugüne gelen yaşam anlayışları, tavır, davranış, ahlaki ölçü ve yaşananlar, muhafazakâr ahlak anlayışının ikiyüzlülüğünü ortaya koymuştur.
Bazı insanların farklı yaşam ve alışkanlıklarını hedef alarak lanetleyen bu muhafazakâr yaklaşım, diğer taraftan pedofiliye, hırsızlığa, rüşvete, vahşete, yalana, devleti soymaya ses çıkarmayan riyakâr bir ahlak anlayışını ve insan tipini ortaya çıkarmıştır. Müşterisi çok olan bir tür ahlak tüccarlığı geliştirmiştir.
Kadın düşmanlığı ve cinsiyet ayrımcılığı kutsallaştırılmıştır. Dışarıda kadın avcılığına çıkan ama hanesine yan baktırmayan erkek egemen bir zihniyetin şekillenmesini sağlamıştır. Kendi ailesinin kadınları söz konusu olunca ahlak abidesi kesilenler, gizli ahlaksızlıklarını muhafazakârlık şalıyla saklamaya çalışmışlardır. Buradaki amaç elbette ki, bu ikiyüzlü davranışlarının toplumda onay bulmasını sağlamaktır.
Bilindiği gibi ikiyüzlülük, olduğundan farklı görünmeye çalışmaktır. Ne yazık ki, içinde yaşadığımız toplumda bu davranış şekli, muhafazakâr ahlak etiketi altında yaygın bir ilişki biçimi haline gelmiştir. Temeli yalan söylemeye, palavra atmaya ve palavra dinlemeye dayanmaktadır. Günümüz gerçeklerinden değil hurafelerden beslenmektedir. Avuntuyla yaşamak ve gerçekliği olmayan kahramanlıklar üretmek en belirgin özelliğidir.
Muhafazakâr ahlak taşıyıcıları, din temelli bir dünya anlayışını yaşamın temeli olarak savunsalar da, gerçek yaşamda servet biriktirme, maddi değerlere önem verme, iktidar hırsı, açgözlülük ve dünyevileşme özellikleriyle öne çıkmaktadırlar. Söylenen ve iddia edilenlerle yapılanları örtüştürmek asla mümkün olmamaktadır.
Muhafazakar ahlakın en önemli karşılaştırmalarından biri olan iyilik-kötülük çatışması günümüzde anlamını yitirmiş, kötülük tek başına bir yaşam anlayışı olmaya başlamıştır. Toplum yaşamında savunulan “yüksek ahlak” anlayışı karşılık bulmadığı gibi, verili muhafazakâr anlayışın tarihsel ikiyüzlülüğünü de gözler önüne sermiştir. Yeraltı Edebiyatı’nın ünlü isimlerinden Georges Bataille’nin ileri sürdüğü, “kötülük kavramının ahlâk yoksunluğundan kaynaklanmadığını, aksine yüksek ahlâktan beslendiğini” ifade eden tezi, doğrulanmıştır.
Ülkemizin yetiştirdiği önemli felsefecilerden biri olan Bedia Akarsu ise, Ahlak Öğretileri adlı çalışmasında, her ahlakın despot ve baskıcı olduğunu söylemektedir. “Ahlaktaki her doğrultu yüksek bir yaşama amacını dile getirir. Ama her biri kendi amacını en üstün görür, başkalarının da aynı savda olduklarını bilmezlikten gelir… Başkalarını kendi itaati altına almak, hatta onları yok etmek ister, bu bakımdan her ahlak despottur.” demektedir. Günümüzdeki farklı yaşam tarzlarına yönelik muhafazakâr ahlaki baskının ve farklı yaşam anlayışlarını savunan kesimlere karşı faşizan saldırıların köklerini bu despotlukta aramak gerekir.