Toplumsalın Ölümü!
Dostoyevski, “Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur” der. Bu sözün değeri, günümüzde yaşanan insan ilişkilerine bakınca her gün biraz daha iyi anlaşılıyor. Artık kimse kimseden sorumlu değil. Bireycilik almış başını yürümüş. “Her koyun kendi bacağından asılır”, “babana bile güvenme” ya da “gemisini kurtaran kaptan” anlayışı toplumsal yaşamın ve insan ilişkilerinin belirleyeni olmuş ve temel felsefe haline gelmiştir.
Ulus topluluğu olarak bütünsel anlamda insan topluluğuna biraz daha katıldıkça ya da her insan ulus topluluğuna biraz daha kaynaştıkça, her birimiz gittikçe daha geniş ölçüde sorumlu olmamız gerekirken tam tersi oluyor. Gittikçe birbirimizden kopuyoruz. İnsanlar arasında olması gereken insani ilişkiler her gün biraz daha çözülüyor. Yabancılaşıyoruz ve bir noktadan sonra birbirimize ve en önemlisi de kendimize zarar vermeye başlıyoruz. Çoğu zaman bunun farkında bile olmuyoruz.
Bu aslında içinde yaşadığımız üretim ilişkileri ve tarzından bağımsız bir durum değil. Kapitalizmin yarattığı insan ilişkileri, kapitalist üretim ilişkilerinin bireye yansıdığı biçimiyle hayat bulur kendine. Bir meta ve tüketim toplumu olan kapitalist toplumda, tüketimi gerçekleştirirken metalar arası gelişen ilişkiler olduğu gibi insan ilişkilerine de yansır. İnsanlar arası ilişkilerde metalar arası ilişkiye dönüşür. İnsan başta kendine olmak üzere topluma ve diğer bireylere yabancılaşır.
Sevgi, kardeşlik, dostluk, paylaşım, dayanışma, toplumun diğer bireylerini düşünmek vb. duygular dibe vurur. Meta ve tüketim toplumlarının en belirleyici özelliği, rekabettir. Tekeller, kurumlar, firmalar vb. yapılar arasında ki rekabet ilişkisi, insanlar arasında ki ilişkilere de birebir yansır. İlişkiler alınıp satılabilir duruma gelir ve ticarileşir.
Herkes kazanmak için birer yarış atıdır artık! Kazanmak her zaman birilerinin üzerine çıkmak ve onları yaşamdan elemektir. Herkesin bireysel olarak kazanma şansının olmadığı için, birilerinin geri kalması ya da yarış dışına düşmesi, dolayısıyla kaybetmesi de normal karşılanır. Hep kazanarak değil, kaybederek de insanlık için güzel şeylerin yapılabileceğini öğrenmedikçe, “kazanan” ve “kaybeden” insanlar hep olacaktır! Bu durum devam ettikçe de bir bütün olarak toplum kaybedecektir.
Kapitalizm koşullarında insan kendisini ifade ederken, toplumsalın bir parçası olarak düşünmesi, bireycilikten kaçınarak hareket etmesi, kişisel olanı toplumsal çerçevede görebilmesi oldukça zordur, ama alt edilemeyecek bir durum değildir. Toplumun ortak refahı ve tek tek insanların kişisel mutluluğunu düşünerek etrafımızdakileri alt etmek yerine dayanışmacı ve paylaşımcı bir bilinçle hareket etmek yine de mümkündür. Bunu başarmanın yolu da yaşamın içinde duruş noktamızın sağlam seçilmesinden ve karakter zenginliğinden geçer.
Dikkat edilirse eğer, kapitalist düzenin egemenleri gerçekçi, farklı, paylaşımı, kolektif hareketleri öne çıkaran yaşam anlayışlarına ve alternatif duruşlara hiç tahammül etmezler. Bu yaşam anlayışı, hayatı paylaşmak, birlikte hareket etmek, yardım ve dayanışma duygularını geliştirmek, insanı bireyciliğin bencil ve çıkarcı çemberinden kurtarmak üzerine inşa edilmeye çalışıldığında dışlar ve yalnız bırakırlar.
İşte, verili düzenin istemediği şeyler bunlardır. Bütün kitle iletişim araçlarını kullanarak ve eğitim politikalarıyla yaptıkları, “benim önerdiğim yaşam anlayışını mutlaka kabul edeceksiniz, etmeseniz ya zorla kabul ettiririm ya da yalnız başınıza kalırsınız” demektir. Herkes her şeyden ve herkesten değil, sadece kendinden ve kendi yaptıklarından sorumludur. Bilinçlere işlenmek istenen ve yaygınlaştırılmaya çalışılan yaşam anlayışı budur. Biz, toplum olarak onlardan sorumlu olmazsak güçsüzler ne yapar? Bunu düşünen yoktur.
Verili yapı içerisinde kişinin bireyciliğin karmaşık tuzaklarından verili bilinçle hareket ederek kurtulabilmesi zordur. Bunun için sürekli toplumsal olana vurgu yapmak da yetmez. İçinde yeni değerler barındıran alternatif bir duruşun, bir araya gelerek örgütlenmenin, yaşamın her alanına taşınması gerekiyor.
İlk olarak yapılması gereken şey, kişiliği kuşatan bencil ve bireyci çemberin kırılmasıdır. Kapitalizm, basit tüketiciler olarak bizleri amaçsız bir yaşama özendirmektedir. “Yeni insan” olmak, amaçlı yaşamak ve gündelik karmaşanın, çürümenin, bencilliğin ve yozluğun içerisinde kendi yönümüzü sağlıklı bir şekilde tayin etmekten geçer. Bu şekilde yaşamı karşılayıp kendi yaşamımızın kalitesini arttırırken toplumun kalitesini de arttırmaya etkide bulunmuş oluruz ve çoğalarak yürümeyi başarmanın da yolunu açarız.
Unutmamalıyız ki iyiliğin ve güzelliğin örgütlendiği bir toplum olmanın yolu bizlerden geçmektedir. Kötünün karşıtı iyi değil daha kötü olduğu bir dünyada en kötülerin kazanmasına izin vermemek için, kötünün karşısına iyiyi koymanın yollarını aramalıyız. Kısaca, toplumsalın ölümüne izin vermemeliyiz.
(Mehmet Ali Yazıcı/Red Dergisi)

