Eğitim ve Özelleştirme:
Okullar açılıyor, paralı ve ezberci eğitime kaldığı yerden devam!
Türkiye’deki eğitim sistemini en iyi ifade eden söz sanırım, ll.Abdülhamit döneminde Maarif-i Umumiye Nazirliği (Milli Eğitim Bakanlığı) yapan Emrullah Efendi’nin söylediği “şu mektepler olmasaydı, maarifi ne güzel idare ederdim” sözüdür. Emrullah Efendi, gittiği her yerde uyukladığı için uykuculuğuyla da bilinir. Ayrıca çok şakacı bir şahsiyettir ve bu sözü de şaka olsun diye söylemiş olabilir. Ancak ülkemiz için çok ciddi bir gerçeği, belki de farkında olmadan dile getirmiştir.
Türkiye’nin eğitime bakışını, neredeyse bütün Cumhuriyet tarihi boyunca açık seçik bir şekilde bu vecize temsil etmiştir. Dönemlerin karakteristiklerine ve iş başına geçen hükümetlerin yaklaşımlarına göre hemen hemen her dönem, resmi ideolojiye ters düşmeden, onu güçlendiren farklı eğitim modelleri denenmiş, bu denemelerden, ilkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim kademeleri nasibini almıştır. Türkiye eğitim sistemi, yaz boz tahtasına dönüştürülmüştür.
Yakın dönem açısından bakıldığında toplumun ve ülkenin aleyhine en etkileyici politika ve uygulamalar, eğitimin özelleştirilmesi ve paralı eğitime geçişte kendini göstermiştir.
Bilindiği gibi özelleştirme, toplumsal alanın geneline yöneliktir. Sağlıktan eğitime, sanayiden tarıma bütün alan ve sektörlerde uygulamaya sokulmuştur. Toplumsal çıkarlar göz önüne alındığında, en trajik sonuçlar, eğitim ve sağlık alanında ortaya çıkmıştır. Eğitim ve sağlık hizmetleri toplumsal hak olmaktan çıkarılmış, parası olanların satın alıp faydalanabileceği hizmetler durumuna getirilmiştir.
Özelleştirme programları savunulurken, “daha kaliteli ve ucuz hizmet verilecek” denilerek, bilinçler bulanıklaştırılmış, dikkatler farklı yönlere çekilmiştir. Bu yaklaşım, özelleştirme politikalarının oluşturulup hayata geçirilmesinde önemli bir desteğin sağlanmasına neden olmuştur.
Özelleştirmeler, bilindiği gibi sadece mal üretimiyle ilgili değildir. Hizmet sektörünü de kapsayan özelleştirme programları eğitimde ve sağlıkta da adım adım hayata geçirilmiştir. Bugün artık ülkemizde eğitim hizmeti metalaştırılmış, alınıp satılabilir duruma sokulmuştur. Ticaretin ve artı değer kazanmanın bir unsuru haline getirilmiştir. Bu alanda, gerek devlet gerekse özel sektör çok büyük paralar kazanmaktadır.
Paralı eğitime geçişin ilk adımı, devlet okullarında “katkı payı” denilen “zorla yardım alma” uygulamasıyla atılmıştı. Bu konuda, geçmişte bir büyük ilin valisi (Dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu. 20013’da intihar etti.) “kazları incitmeden yolun” diyerek, eğitimle ilgili Türkiye Milli Eğitiminin vecize üretme geleneğini sürdürmüştür. Burada kaz olarak tarif edilen vatandaştır. Egemenler için, sadece eğitimde değil, hayatın bütün alanlarında vatandaş, ”yolunacak kaz”dan başka bir şey değildir. Bütçeden eğitime ayrılan pay her yıl düzenli bir biçimde düşürülmektedir. Örneğin, 2019 yılında yükseköğretim kurumlarına bütçeden ayrılan payın 2018’e göre yüzde 42 azaltılmıştır. Diğer yandan, ortaya çıkan açık, “katkı payı ve eğitime yardım” adı altında vatandaşın cebinden alınan paralarla kapatılmaktadır.
Sorunun kaynak sorunu olmadığı gün gibi açıktır. Bu ülkenin genel bütçesinin yüzde 50’ye yakını, “ülke güvenliği harcamaları” adı altında eritilmektedir. Bu miktarın nereye gittiğini devleti yöneten bürokrat ve siyasetçiler dahi bilmemektedirler. Türkiye’nin silahlanmaya, kirli ve karanlık işlere ayırdığı paralar, yaptığı harcamalar düşünülünce, eğitim ve sağlıkta halka hizmet götürmek konusunda sorunun kaynak sorunu olmadığı görülür. Bütçenin sınırlı olanaklarından dem vurmak, ödenek yokluğundan bahsetmek vb. sorunun asıl kaynağını gizlemeye çalışmaktan başka bir şey değildir.
Özelleştirmeyi savunanların en önemli iddialarından biri “sermayenin tabana yayılacağı” yalanıydı. 1990 sonrası başlatılan özelleştirme sürecinin sonuçları ortadadır. Ulus devlet anlayışı her açıdan zayıflamıştır. Devlete ait, katma değer üreten kurumlar hemen hemen kalmamıştır. Sermaye tabana yayılmadığı gibi, “taban”ın alım gücü düşmüş ve yaşam koşulları daha da zorlaşmıştır. Bugün insana gerekli olan her hizmet ve değer, artık bir avuç sermaye grubunun insafına, yani özel sektöre terk edilmiş durumdadır. Bürokrasi, hükümet ve diğer resmi kurumlar, bu sermaye gruplarının ağzına bakmaktadırlar.
Var olan sistemde eğitime biçilen rol, başta özel sektör olmak üzere yerleşik düzenin “eleman” ihtiyacını karşılamaktan başka bir şey değildir. Ve daha da önemlisi, yetişen genç kuşakların, düzenin ideolojik değerlerini yüklenerek yön almalarını sağlamaktır. İlkokuldan üniversiteye kadar, eğitimin “gizli” amacı budur.
Askeri bir darbenin ürünü olan 12 Eylül Anayasası’nda dahi eğitim bir hak olarak tanımlanıyordu. Bugün eğitim ve öğretim hak olmaktan çıkmış, alınıp satılabilir bir meta-hizmet şeklini almıştır. İşin ilginci, bugünkü Anayasa’ da hala devletin, “sosyal hukuk devleti” olduğunun yazılı olmasıdır. Toplumsal hizmetler ve sosyal haklar tuhaf bir şekilde, vergilerin artırılması ile ters orantılı olarak azaltılırken, bunun anayasayla bağını kurmak zordur. Hatta anayasaya aykırı bir durumun oluştuğunu söylemek bile mümkündür. Ancak, bunun sorgulanması toplum olarak hiçbir şekilde yapılmamaktadır.
Bilimsel düşünceden uzak, fikir üretemeyen, kişilik kazanamamış, soru sormayan-konuşmayan, anlatılan her şeyi kabul eden kuşaklar yetiştirmek birincil amaç olmuştur. Düzenin eleman ihtiyacını karşılamak için, örneğin devlet üniversiteleri yeterli görülmediğinden özel üniversiteler ve vakıf üniversiteleri kurma furyası başlatılmıştır. Bugün artık her güç odağının ya da sermaye grubunun bir üniversitesi, ilköğretim okulu hatta anaokulu bile mevcuttur.
Her şehre ya da ilçeye üniversite veya yüksekokul açmak, tüm liseleri Anadolu lisesi yapmak eğitim ve öğretimdeki yaşanan sorunları asla çözmez. Nitelikle ilgili sorunları nicelikle çözmeye çalışmak, Türk siyasetinin en önemli özelliğidir. Eğitim ve öğretimde, uluslararası düzeyde ülke olarak hiç bir başarımız mevcut değildir. Son yıllarda akademik alanda yaşanan düşüş, rakamlara yansıdığı şekliyle korkunçtur. Üniversitelerdeki eğitim ve öğretimin niteliğindeki olumsuz tabloyu daha da görünür hale getirmektedir. Türkiye’deki üniversite eğitim ve öğretim kalitesi 137 ülke arasında 101’inci sıradadır. Hiçbir devlet üniversitesi dünya sıralamasında ilk 500 üniversite arasına girememektedir. Türkiye, Hindistan ve Nijerya’nın ardından şaibeli, sahte ve para karşılığı en çok tez ve makale yayımlanan üçüncü ülke konumundadır. Bütün bunlar eğitim ve öğretim sisteminde yaşanan suistimaller ve çöküşün birer göstergesidir.
Bugünkü eğitim sistemi içerisinde okulların, bilimleri genel olarak öğrettiği, bu öğretme yöntemlerinin bilimsel olduğu ve çok yönlü insanlar yetiştirildiği iddiası kocaman bir yalandır. Diğer şeylerde olduğu gibi eğitim-öğretim gerçekliği de toplumun sınıflara bölünmüşlüğü ile ilişkili bir durumdur. Egemen kılınmaya çalışılan eğitim modeli, egemenlerin çıkarlarını gözetir niteliktedir. Çocukları ve gençleri, çok küçük yaşlardan itibaren bir cendereden geçirmenin adı eğitim ve öğretim olmuştur. Genç kuşaklar okullarda, verili düzenin çıkar ilişkilerinin devamına hizmet eden, güçlendiren ve güvenceye alan bir biçimde yetiştirilmek istenmektedir. Bunun yolu da ezberci bir eğitim metodundan geçmektedir. Düşünmeyen, konuşmayan, soru sormayan, üretmeyen, okumayan, sadece dinleyen ve verileni alan bir nesil yetiştirmek asıl hedeftir. Bugün milyonlarca genç insanı bu süreçlerden geçirerek sonunda işsiz bırakmak, bu tezi doğrulamaktadır. Ancak, yine de bu eğitim sisteminden yararlanmak gerekiyor. Genç insanların dikkat etmeleri gereken nokta, kendilerine gerekli olan bilgileri almaları ve eğitim-öğretimlerini farklı araçlarla beslemeleridir. Gelişmiş bir bilinç ve kafa yapısına sahip olmak ancak bu şekilde sağlanabilir.
(Mehmet Ali Yazıcı)