Tarih ve Tarihçi
Tarih, bilindiği gibi sosyal bilimlerin çok önemli bir alanıdır ve diğer bilimlerin de ana kıtasıdır. Geçmişte yaşanmış olayları, insan ilişkilerini, yer ve zaman belirtip belgelere dayalı olarak sebep ve sonuç bağlantısı kurarak, tarafsız şekilde anlatan önemli bir bilim dalıdır.
Bu tanım üzerinde, aşağı yukarı herkes hemfikirdir. Tarihin nasıl yazılması gerektiği konusu ve metodolojisi üzerine ise muhtelif tartışmalar ve ekoller mevcuttur. Bu tartışmalarda ortak bir noktada buluşulamadığı için farklı tarih ekolleri ortaya çıkmıştır. Biz burada bu tartışmalara girmeden, genel olarak tarih ve tarihçi üzerinde duracağız.
Çağdaş tarihçiliğin temelleri 18.yüzyılda atılmıştır. İnsanın, geçmişte neler yaşandığına, tarihsel olay ve olgulara duyduğu merak, insanlık tarihinin her döneminde söz konusu olmuş ve çeşitli arayışlar ortaya çıkmıştır. Bu merak ve arayışın ortaya çıkardığı çaba ve çalışmalar da Tarih Bilimini doğurmuştur.
Herodotos, eski Yunanlı bir tarihçidir. Gezip gördüğü yerleri, insanları ve dinlediklerini anlattığı, Herodotos Tarihi olarak bilinen eseriyle tanınır. Kitapta anlatılanlar şaibeli olsa da Heredotos Tarihi, tarih biliminin ilk yazılı kaynağı olarak kabul edilir. Eserinin ana konusu, Pers İmparatorluğu ile eski Yunan kent devletleri arasında MÖ 499 ile MÖ 449 yılları arasında yapılan savaşlardır. Tarihin babası olarak kabul edilen Halikarnassoslu Herodotos, yazdığı tarih kitabının hemen girişinde, tek amacının bu kitapta anlatacağı olayların nedenlerini ortaya koymak ve unutulmamalarını sağlamak olduğunu belirtir. Şunları yazar: “İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlıların gerekse barbarların meydana getirdikleri harikalar bir gün adsız kalmasın, tek amacı budur; bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalınmasın.”
Tarih, geçmişte yaşanan olayların iç mantığını bulmaya çalışır ve nerede, nasıl, neden ve niçin gibi sorulara yanıt arar. Tarihçiler genel olarak bu olay ve olguları tek bir nedene bağlamak isterler ve bu nedeni bulmaya çalışırlar. Sonuçta ortaya tek bir neden çıkarılsa dahi, başka nedenlerin de bu nedene karışmış olduğu, çoğu zaman göz ardı edilir ve tarih tekdüzelikten kurtulamaz.
“Tarih nedir?” sorusunu cevaplamaya çalışırken, yanıtımız dolaylı ya da dolaysız olarak, zaman içindeki kendi tutumumuzu yansıtır. Daha geniş bir anlamda ise, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz yanıtın bir parçasını oluşturur. Yani, günümüzü geçmişin ışığında, geçmişi ise bugünün ışığında görüp anlayabilmemizi sağlar. Francis Bacon “Tarih okumak insanı akıllandırır.” der.
İngiliz tarihçi Edward Hallett Carr, tarihin sadece tek başına doğrulanmış bir olgular kümesi olarak görülmesini eleştirir ve balıkçı örneğini verir. “Tıpkı bir balıkçının tablasındaki balıklar gibi, belgeler, yazıtlar vb. içinde olgular hazır dururlar. Tarihçi onları alır, evine götürür, pişirir, canı nasıl istiyorsa o şekilde sofraya koyar.” der. Bunun yanlış bir yöntem olduğunu belirtir. Esasta tarihçi okyanusta balık arayan adamdır ve ne tür balık avlayacağını önceden bilmelidir. Ancak ondan sonra evine götürüp mutfağında bu balığı istediği gibi pişirebilir.
Tarihçi olguların tarihsel olarak olgu değeri olup olmadığını bilen insandır. İçinde tarihsel olgular olmayan tarih yazımı köksüz ve boş, tarihsel değeri olan olgu ve olaylar ise, onları ortaya çıkaracak tarihçiler olmadığı sürece ölü ve anlamsızdır. Buradan çıkan sonuç, tarihçi ile olgular arasında kesintisiz bir etkileşim ve ilişki sürecinin olduğudur. Bu ilişki ise, bugün ile geçmiş arasında kurulan köprü gibidir ve bitimsizdir.
Tarihçi anlatım ve yorumlarında, geçmiş olaylarda ağırlık verdiği nedenlerle tanınır. Şimdiye kadar daha çok, geçmişte yaşamış büyük adamların biyografilerini yazmak, tarih çalışması olarak kabul edilmiş yaygın yanlış tarih anlayışlarından biridir. Tarihsel olgu ve olayların, savaşların nedeni daha çok ekonomiktir ve çağdaş tarihçiler buna önem vermişlerdir. Tarihsel kişileri de bu bakış açısı içerisinde ele almışlardır.
Tarihi insan kitleleri yapar ve bu nedenle tarihçi yorumlarında bu kitlelere yer vermek zorundadır. Marx bu konuda, “Tarih hiçbir şey yapmaz, büyük servetleri yoktur ve savaşlarda dövüşmez. Her şeyi yapan, sahip olan ve dövüşen insandır, sahici canlı insan.” yorumunu yapmaktadır.
Tarihe bakış, geçmiş ile gelecek arasında doğru ve tutarlı bir ilişki kurulduğu zaman nesnel bir gerçeklik halini alır ve doğru tarihsel bilgi de bunun sonucunda ortaya çıkar. Bu nedenle ulusların ve toplumların niteliği nasıl tarih yaptıklarından daha çok, nasıl tarih yazdıklarıyla ölçülür. Bunda da tarihçilere büyük görev ve sorumluluklar düşer.
Geçmişte yaşanmış olayların tarafsız bir şekilde ele alınması tarihçinin en önemli özelliklerinden biridir. Tarihçi kendi siyasi görüş ve inancına göre tarih yazamaz. Olay, olgu ve yaşananları eğip bükemez, istediği şekle sokamaz. Diğer taraftan, dil bilmesi, tarih eğitimi almış olması ya da bir yabancı ülkeye gidip orda arşiv araştırması yapması ve belgeleri okuması vb. çalışmalar o kişiyi tarihçi yapmaz. Bilimsel namustan ve tarafsızlıktan uzaklaşarak din ve politika istismarcılığını meslek edinen kişilerden tarihçi olmaz. Tarih eğitimi almış olanlar ya da tarih öğretmenliği yapanların kitap ya da makale yazmış olmaları da onların tarihçi olduğunu göstermez.
Ülkemizde ne yazık ki beyin yıkayan bir tarih anlayışı mevcuttur. Doğal olarak, beyin yıkayanların beyinleri de yıkandığı için doğru(bilimsel) bir tarih anlayışı ortaya çıkmamakta ve gerçek tarihçiler yetişmemektedir. Resmî ideolojiye bağlı ve onun tezlerini doğrulamaya çalışan bir yaklaşım tarih ve tarihçilik adı altında halka yutturulmak istenmektedir. Bu yüzden, gerçek manada tarihçi sayılabilecek insan sayısı, iki elin parmak sayısını geçmemektedir.
Bu o kadar açık ve doğrudur ki, bugün hala Türklerin tarihini yabancılar yazmak da ve bu yayınları tercüme edenler ise tarihçi olarak kabul görmektedirler. Trajik olan ise, yabancılar bizim tarihimizi yazabilirken, tek bir Türk tarihçisi yoktur ki bir yabancı ülkenin ya da ulusun tarihini yazmış olsun. Kendi tarihimizle ilgili yazılanlar ise, egemen düzeni savunanların ortaklaştıkları yalanlar olan resmi tarih tezlerinden başka bir şey değildir. Türk akademik dünyası resmî ideolojiye bağlı, bilgili fakat düşünme ve yorumlama gücü zayıf, sadece yabancı kaynaklardan tercüme edip nakil yapan(ithalatçı) tarih hocalarıyla doludur. Bunların içinde gerçek anlamda bir tarihçi bulabilmek oldukça zordur.
Tarih tabi ki akademik bir eğitim gerektirir. Akademik kurumlar, analitik düşünmeyi, bilimsel değerlere saygıyı ve tarafsızlığı öğreten kurumlardır. Üzülerek söylemek gerekir ki Türk üniversiteleri bu değer ve anlayışa, tarihlerinin hiçbir dönemlerinde sahip olmamışlardır. Özerk bir yapıya sahip olmamaları ve mevcut olan resmî ideolojiye bağımlı hareket etmeleri, bilim üretmelerinin önünde en büyük engeli teşkil etmiştir. Bundan dolayıdır ki, dikkate değer tarih çalışmaları yapabilen bilim insanları ya üniversitenin dışında kalmışlardır ya da bir yabancı ülkede öğretim üyeliği yaparak, tarih çalışmalarını da orada sürdürmüşlerdir.
Carr’ın dediği gibi, “Önce olgularını ortaya koy, sonra kendi hesabına tehlikeyi göze alarak, yorumların kaygan kumlarına dal. İşte deneyci, sağduyulu tarih okulunun en temel bilgelik kuramı.” budur.
Ülkemizde bu bilgeliğe, olgunluğa ve gözü pek tarihçilik anlayışına ulaşmış az sayıda tarihçi mevcuttur ve bu sayının acilen artması gerekmektedir. Çünkü yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi, günümüzde artık bir ulusun niteliği, tarihi nasıl yazdığıyla da ölçülmektedir.
(Yararlanılan Kaynak: Edward Hallet Carr, Tarih Nedir? İletişim Yayınları)