Seçim mi demiştiniz? Geçiniz…
Bugün, 21. yüzyılda, yerkürenin herhangi bir coğrafyasında yaşanan siyasi, iktisadi, askeri ve iklimsel gelişme, dünyayı avuçlarının içine almış emperyalist mali sermayeden, siyasetten ve ideoloji/kültürden, bunların uluslara ya da şirketlere bölünmüş örgütlenmeleri arasındaki rekabetten, bu rekabetin beraberinde getirdiği anarşik gelişmelerden bağımsız ele alınamaz ve düşünülemez. Haliyle dünyanın her hangi bir coğrafyasındaki gelişme, dünyaki çelişkilerin ve dengelerin bir sonucudur. Türkiye’de 14 Mayıs 2023’de yapılacak seçimleri belirleyen başat unsur da dünya arenasıdır.
Mao’nun veciz sözünü hatırlayalım: “Düşmanını stratejik olarak küçümse ama taktik olarak küçümseme”. Kendimizi iyi hissedeceğiz diye saçmalamanın, kendimize ve etrafımıza yalan söylemenin anlamı yok. Tayyip Erdoğan yirmi bir senedir iktidarda. Bütün küçümsemelerimize, alaya almamıza, kafamızda oluşturduğumuz ezberlerle kurduğumuz komplo teorilerine rağmen, bu “takunyeli”, “badem bıyıklı”, İmam Hatip’li gerici, yobaz, faşistler ve ırkçılar nasıl oldu da bu kadar senedir iktidarda kalabildi ve hala kalma tehditini sürdürebilmekte.
Verilecek cevap çok net: Emperyalist dünya sisteminin hem bir ürünü hem de çelişkisi olan Tayyip Erdoğan, bahsi geçen sistemin kendi içerisindeki rekabetin bir sonucu oluşan yarıkların ve gediklerin arasından süzülerek, inisiyatif kapıp, Türkiyenin farklı hakim sınıflarını (klasik İstanbul kompradorlarını, komprador bürokratları, İslami ticaret burjuvazisini, Kürt toprak ağalarının ve aşiret reislerinin bir kısmını) arkasına alarak hala iktidarda kalmayı başarmakta.
Kimileri için cevap net olabilir ama yine de burada açılması, detaylandırılması gereken hususlar var. Tayyip Erdoğan, “emperyalist dünya sisteminin hem bir ürünü hem de çelişkisi” derken neyi kastediyorum? Son yirmi senede bir dizi nedenden ötürü küresel kuzey ile küresel güney arasındaki çatışmada öne çıkan çelişkilerden birisi de, emperyalist siyaset, iktisat ve kültüre karşı feodal Ortaçağ ürünü olan siyasal İslam’dı. Günümüzde hala devam etmekte olan bu miadını doldurmuş iki modelin (emperyalizm ve Siyasal İslam) çatışmasına karşı “Ilımlı İslam”, Batılı emperyalistlerin akıllarına gelen “çözüm”lerin başındaydı. Tayyip Erdoğan ve AKP’si işte bu dönemde devreye girdi. Fakat “çözüm” emperyalist sistem açısından hiç arzu edilmedik çelişkileri de beraberinde getirdi. Şişeden çıkan cinin bir nevi kendi dünyası ve kendi ideolojik fabrika ayarları vardı. Ve bu ayarlar (Ortaçağın ayarları) kapitalist üretim ilişkileriyle de çelişiyordu. Bir yandan G20’nin önde gelen, parlak üyelerinden olacaksın öte yandan toplumun yarısını oluşturan kadınları kamusal alandan çekip, eve tıkacaksın! İçinden çıkılmaz bu kısır döngü Erdoğan ve AKP’sine neredeyse gövdesi ikiye ayrılacakmışcasına spargat yaptırmakta. Burada aklıma Samuel Albert’in 2013’de yaptığı şu sarih tahlil gelmekte:
“İslamcılık kendi mantığına sahip. Müslüman Kardeşler ve Ennahda, Selefi köktendinci köklerinden uzaklaştıklarını söyleseler de din bir kez manevi değerlerin ve politik meşruluğun temel kaynağı haline getirildi mi, o zaman İslamcılığın değişik varyasyonları arasındaki ayrım çizgileri de silikleşmektedir. ‘Ilımlı’ İslam’ın model ülkesi olduğu varsayılan Türkiye’de dahi AKP hükümeti, içinde ve dışında ‘aşırı’ formların şahlanması ve yükselişe geçmesinin önüne geçememiştir. AKP’nin ekonomik ‘başarıları’, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın projesi için Türkiye toplumunun zorla daha da İslamileştirilmesini gerekli ve zorunlu kılmıştır.”[1]
Peki Tayyip Erdoğan’ın, “sistemin kendi içerisindeki rekabetin bir sonucu oluşan yarıkların ve gediklerin arasından süzülmesine” parmak basarken neyi kastediyorum? Emperyalist dünya sistemi, monoblok, yekpare değil. Birden fazla emperyalist devletin ve bu devletlerin temsil ettiği emperyalist mali sermayelerin birbirleriyle ölümüne yürüttükleri azılı rekabetler ve bu rekabetler sayesinde sistemin gediklerinde açılan yarıklar bu dünyada, Tayyip Erdoğan’da dahil irili ufaklı tüm hakim sınıf temsilcilerine hareket kabiliyeti, inisiyatif kapma ve ön alma imkanlarını (ve tabi tehliklerini de) sunmakta. Geriye dönülüp bakıldığında yirmi bir sene içerisinde altı kıta dört bucakta Erdoğan’ın seceresinde, Avrupa Birliği’nden Arap Dünyasına, Rusya’dan Çin’e dek, bu yarık ve gediklerden nasıl süzülerek hareket ettiği kolaylıkla görülebilmekte.
Şimdi de gelelim Erdoğan’ın “inisiyatif kapıp, Türkiyenin farklı hakim sınıf kesimlerini (klasik İstanbul kompradorlarını, komprador bürokratları, İslami ticaret burjuvazisini, Kürt toprak ağalarının ve aşiret reislerinin bir kısmını)” nasıl “arkasına alarak hala iktidarda kalmayı” başardığına. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletini kurarken, Mustafa Kemal, Türk ticaret bujuvazisine, Türk ve Kürt toprak ağalarına ve aşiret reislerine, devlette kümelenmiş koprador bürokrat burjuvaziye “muasır medeniyet” (yani, emperyalist kapitalist dünyaya dahil olma ve onun ganimetlerine ortak olma) sözü vermiş ve onların rızasını almıştı. Fakat bugün Tayyip Erdoğan’ın arkasına dizilen ve kendisine nasip olan hakim sınıf koalisyonu, ne 15 senelik devri iktidarında Mustafa Kemal’e ne 12 senelik devri iktidarında İsmet İnönü’ye ne de 10 senelik devri iktidarında Menederes’e nasip olmuştu. İnşaattan tekstile, beyaz eşyadan turizme dek Türk kapitalizminin Latin Amerika’dan Afrika’ya, Avrupa’dan Ortadoğu’ya Anadolu çerçiliğini aratmayan fütursuzluğu; Türk ordusunun Afrika’dan Kafkaslar’a, Kürdistan’a dek uzanan şımarık ve çirkef tehditi; Türk savaş sanayisinin dünya çapında öne fırlaması, 1923’den beri esasen kendi kuytu köşesinde pinekleyen, bahsi geçen farklı hakim sınıf kesimlerinin iştahını kabartmış ve Tayyip Erdoğan’ın arkasında toplanmasına neden oldu. Ve bu koalisyonda yer alan kimi seküler hakim sınıf kümelerine rağmen, Tayyip Erdoğan iktidarının ana istikameti Teokratik İslam Devleti’dir. Ve es kaza bu iktidar rakip hakim sınıflar tarafından devrilecek olsa dahi Türkiye toplumunun şu anda eriştiği İslamlaşma seviyesinden geri adım atıl(a)mayacak.
Son yıllarda giderek artan işsizliğe, pahalılığa ve tüm bunların üstüne gelen deprem felaketine rağmen, keza bahsi geçen hakim sınıf kesim ve katmanlarının Tayyip Erdoğan’dan vazgeçtiklerine dair herhangi bir emare gözükmemekte. Zira siyaset aktörlerinin hiçbirinin şu anda Erdoğan’a alternatif bir programları söz konusu değil. Gelen dönemde başta Libya, Kafkasya ve Kürdistan’daki askeri varlığa dair TÜM muhalefetin alternatifi ne? Programı var mı? Vaktiyle Mustafa Kemal’in Lozan’da vermek zorunda kaldığı ama bugün İran/Irak sınırından başlayıp Afrin’e uzanan, 1900 km uzunluğunda ve kimi yerde 30-35 kimi yerde ise 40 km derinliğe sahip, Türkiye’nin işgal ettiği, iç pazarına entegre etmeye (belki de ilhak(?!) etmeye) çalıştığı Güney ve Batı Kürdistan topraklarına dair TÜM muhalefetin önerdiği ne? Programı var mı? Çin emperyalizminin inisiyatifiyle Suudi Arabistan-İran barışının beraberinde getirdiği ABD’nin Ortadoğu’dan dışlanma tehditine karşı, şimdi Biden hükümeti (yarın yeniden Trump mı olur bilinmez) karşısında eli daha da güçlenmiş Erdoğan’a karşı, TÜM muhalefet ne önermekte? Bu ve benzeri soruları çoğaltmak mümkün… Sonuçta görüldüğü gibi dünya ahvali Ankara’da gelecek dönem kimin iktidar olacağını belirlemekte. Ve bu, çok büyük ihtimalle Erdoğan.
“Hayır, olamaz. İnsanlar aç, sefil” diye itiraz edenlere hatırlatmakta fayda var. Tarihi tecrübeyle sabittir. Yedi milyar nüfuslu dünyada kahir ekseriyet açlık ve sefalet içinde. Ve dünyanın hiç bir yerinde yine de tek başına açlık ve sefalet seçimle iktidar değişikliğine neden olmamakta. TÜM muhalefet –emperyalist dünyanın ahvaline dair programsızlığını ve hazırlıksızlığını geçtim- önüne çıkan keskin çelişkileri de kullanmaya sanki pek niyetli değilmiş gibi görünmekte. Misal: Muhalefetin TÜMÜ, depremin ilk bir haftasında oluşan keskin çelişkileri köpürtmek, mesela, depremzedeleri yerel otoritelere karşı ayağa kaldırmak yerine ilkin, “OHAL” ilan etmesi ardından da orduyu “kışlasından çıkartması” için hükümete “baskı” yaptı. Muhalefetin bu akıllara ziyan “önerileri”, zaten “güvenlik refleksi”nin ne olduğunu gayet iyi bilip de ömrü hayatında “sosyal refleks”in ne olduğunu katiyen öğrenmemiş olan devletin ve onun tepesindeki AKP hükümetinin gayet güzel işine geldi. Depremin başında farlara yakalanan tavşan misali ne halt edeceğini bilmeyen hükümet, OHAL ve askerle sadece depremzedelerin üzerine çökmekle kalmadı aynı zamanda kontrol altına alamadığı STK’lardan sol muhaliflere kadar “yabancı” unsurları deprem bölgesinden kovdu ya da derdest etti. Ardından depremzedeleri açtığı vanalardan para akıtarak satın almaya kalktı. Ve bu satın alma çabasını son hızıyla hala sürdürmekte ve hiç de yabana atılmayacak sonuçlar elde etmekte…
Tüm bunların ardından Millet İttifakı’nda Akşener’le yaşanan önce ayrılık sonra birlik, depremi bir güzel UNUTTURURKEN, karar, Kemal Kılıçdaroğlu’nda kılındı. Kökleri İttihat ve Terakki’ye uzanan, faşist Kemalist ideoloji üzerine bina edilmiş, devletin kurucu partisi CHP, her ne kadar şimdilik (Kaypakkaya’nın değimi ile “yarı faşizm” dönemlerine has) “sosyal demokratlık” ve “ilericilik” taslasa da “siyasi büro”sunda İlhan Kesici, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Altan Öymen, Ünal Çeviköz gibi isimlerin oturduğu, burjuva diktatörlüğünden zırnık taviz vermeyecek bir dünya görüşüne ve siyasal çizgiye sahip. Millet İttifakı’nın diğer üyeleri ise adları ister Demokrat, Deva, Gelecek ve Saddet gibi farklı tonlarda İslamcı olsun ister İyi Parti gibi faşist MHP’nin bu ittifakı içindeki bir başka benzeri olsun, Millet İttifakı’nın Cumhur İttifakı’ndan zerre farkı yok. Ancak!
Bu iki blok arasında bir çelişki olduğu ve bunların birbirlerini bir kaşık suda boğmaya hazır oldukları da bir gerçek. Yirmi bir senedir biriken bir cerahat kesesi var ve bunun barışçıl aşılacağını kimse iddia edemez. Şayet seçimleri kaybederse taraflardan yek birinin bir diğerine her türlü cebiri uygulayacağı gün gibi ortada. Bu durumda Erdoğan kazandığı taktirde, bu seçimin bu haliyle son seçim olma riski, kör topal 100 senelik laik Cumhuriyet’in açıktan İslam Cumhuriyeti’ne evrilme ihtimalinin ötesinde Kılıçdaroğlu ve diğer muhalefet liderlerinin yeni rejimi kabul etmedikleri taktirde kodesi boylama ihtimali yabana atılmamalı. Ama –küçük bir olasılık da olsa- Kılıçdaroğlu kazandığı taktirde yirmi bir yıllık bütün devlet aygıtının AKP’den arındırılması ve kendi kadrolarının masabaşına gelmesi sağlanana kadar 3-6 aylık süre zarfında toplumun çok kısa bir süreliğine de olsa “nefes alma” özlemi ve ihtimali göz ardı edilmemeli. Millet İttifakı’nın ne olduğunu bilmelerine rağmen geniş halk kitlelerinin sırf bu nedenle Kılıçdaroğlu’na oy vermeleri gayet anlaşılır. Anlaşılır olmakla hemfikir olmak ayrı şeylerdir. Halkın “nefes alma” isteği anlaşılır ama Kılıçödaroğlu ve CHP’yi (Millet İttifakını) teşhir etmek, kapitalist sömürünün son bulmadan gerçek nefesin alınamayacağını dur durak bilmeksizin anlatmak, devrimi örgütlemek komünistlerin asli görevidir.
Şayet 50 senedir bu ülkede hala kökleşmiş, kadrosundan taraftarına, hitap ettiği kitleden geniş yığınlara kadar çizgisinin varlığı ile kendisini kabul ettirmiş bir komünist öncü yoksa (ki maalesef yok), şayet bu ülkede 1876’dan beri toplumda ciddi bir alışkanlık haline gelmiş parlamento varsa (ki maalesef var) tüm bu ortamda, parlamento ahırından hiçbir şey beklemeyen bizler için İbrahim Kaypakkaya yoldaşın şu sözleri bize yol gösterici olmalı:
“Komünistler, ister parlamenter maskeli olsun, ister bu maskeyi de bir kenara fırlatsın, faşist diktatörlüğün bütün biçimlerine karşı, en geniş burjuva demokrasisini savunurlar. Burjuva anlamda da olsa, en demokratik bir seçim sistemiyle seçilen bir parlamentoyu, proletaryanın serbest örgütlenme hakkını vb. faşist diktatörlüğe karşı savunurlar. Çünkü böyle bir diktatörlük, faşist bir diktatörlüğe kıyasla proletaryanın nihai hedefine ulaşması bakımından daha elverişli şartlar yaratır.”[2]
Millet İttifakı’nın burjuva demokrat olmadığı ve burjuva demokrat bir diktatörlük yerine faşist/yarı-faşist bir burjuva diktatörlüğü tercih edeceği son derece aşikar. Bununla birlikte sorulması gereken soru şu: Kaypakkaya’nın dikkat çektiği “daha elverişli şartlar yaratması” bakımından 3-6 aylık bir nefes alma ihtimali gözardı edilmeli midir?( Bence edilmemelidir) Hatta İbrahim Kaypakkaya yoldaşın şu sözleri de parlamento ahırından hiçbir beklentisi olmayan bizler tarafından akılda tutulmalı:
“Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendisi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hakim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.”[3]
Dikkatli bir göz her iki alıntıda da İbrahim Kaypakkaya’nın aslında takip ettiği kutup yıldızının, parlamento ahırı değil, komünist bir devrim olduğunu, insanlığın çıkarlarını düşünerek hareket ettiğini görecek. Böylesi bir sorumluluk bilinciyle hareket etmeyenler pek tabii ki, geniş halk kitlelerinin ham hayaller peşinden giderek, parlamentonun kör kuyusuna düşmelerinin yolunu döşeyecekler. Yalan olduğunu bile bile, utanmadan arlanmadan boş vaadlerde bulunacaklar. İnsanların enerjilerini, hayallerini, umutlarını suistimal etmek suçtur. Hele hele tüm bunlar bir de devrim, sosyalizm ve komünizm adına yapılıyorsa. Unuttuk mu? İspanya’daki PODEMO, Yunanistan’daki SYRİZA tüm bunları yapmadı mı? Unuttuk mu? Kendi ülkemizde Şefik Hüsnü TKP’sinden bu yana, Kıvılcım’lıdan bu yana, Aybar’ın Boran’ın TİP’inden bu yana, HEP’den HDP’ye varana dek aynı hayal kırıklıklarını yaşamadık mı? Tüm bunlar yetmezmiş gibi şimdi bir de gözümüzün içine baka baka aynı tarihsel suçları bir kez daha yaşatmak isteyenlere ne demeli?
Kürt Ulusu’nun varlığını inkar üzerine kurulmuş sözde “Komünist” gerçekte “Kemalist Parti”nin, “Kürtçe konuşma Türkçe konuş” kampanyası yürüten Nasyonal Sosyalist gazetenin köşe yazarı kılıklı soytarısını aday göstermesi bir tesadüf olabilir mi? Erdoğan-Hizbullah birlikteliğine “Taliban ittifakı” diyenlerin, daha dün AKP ile Kürdistan’da Melle pazarlığı yapmaları, Demokratik İslam Konferansları düzenlemeleri, “Bin yıllık İslam bayrağı altında Türk Kürt birlikteliği”nden bahsetmeleri görmezden gelinebilir mi? Hatta ve hatta ABD emperyalizminin yetiştirmesi Vamık Volkan’la, Hakkari’de Kürt gençlerini Türk faşistleriyle buluşturup, “karıştır barıştır” faaliyeti yürüten, Irak işgalinin sorumlularından Paul Wolfowitz’le dost olmaktan gurur duyan, “Türkiye büyümezse küçülür” öngörüsünde bulunan, Osmanlı’dan bu yana Türk Jandarması’nın kurucu unsuru olan dedelerinden ziyadesiyle bahseden Cengiz Çandar’ı, Diyarbakır’dan vekil adayı göstermek; 1999’da Öcalan’ın yakalanmasını köşesinde kutlayan Hasan Cemal’i İstanbul’dan vekil adayı göstermek, Kürt kitlelerine yapılan bu ihanete ses çıkartmamak, kabul edilebilinir mi? (Bu fecaatin “bileşeni” ve suç ortağı olup, sesini dahi çıkartmayan sözde İbo’cuları saymıyorum bile.) Bir de bunlarla aynı teknede kürek sallayıp, seçim sonrası birbirlerini yemeye hazır, cici, beyaz yakalıyı oynayıp, Batı’daki mutsuz insanların ve Kürt kitlelerinin sırtından parlamentoya girip, hazine yardımını garantilemek isteyen, “çekingen”, “utangaç” Kemalist bir TİP var. En fazla bağırıp, boş vaadlerde bulunan liderini geçenlerde bir koruma ordusu eşliğinde gördüm. Anlaşılan işleri epey büyütmüşler. Kürsüden her salladığında nedense aklıma Lenin’in şu sözleri gelmekte:
“Politikada insanlar her zaman aldatmacanın aptal kurbanları olmuşlardır ve tüm ahlaki, dini, politik ve toplumsal aşamaların, bildiri ve vaatlerin arkasında bir sınıfın ya da diğerinin çıkarlarının olduğunu görmeyi öğrenene kadar da kurban olmaya devam edeceklerdir. Reform ve ilerlemenin destekçileri tüm eski kurumların ne kadar barbar ve berbat görünseler bile bir hakim sınıf tarafının güçleriyle sürdürüldüğünün farkına varana kadar her zaman eski düzenin savunucuları tarafından kandırılacaklardır.”[4]
İşte tümbunlardan ötürü, “seçim mi” dediniz, geçiniz. Siyasi iktar olmaksızın herşey hayal. Devrimin muzaffer olması, proletarya diktatörlüğünün tesis edilmesi seçimle mümkün değil.
Daha yolun başındayız…
[1] Samuel Albert, “Mısır, Tunus ve Arap Ayaklanmaları: Nasıl Açmaza Düştüler ve Bu Açmazdan Nasıl Çıkabilirler”, https://avakianbob.wordpress.com/2014/03/28/misir-tunus-ve-arap-ayaklanmalari-nasil-acmaza-dustuler-ve-bu-acmazdan-nasil-cikabilirler/#more-173
[2] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Nisan Yayıncılık, İstanbul, 2020, s. 238 (abç)
[3] Age, s. 142 (abç)
[4] V. I. Lenin, “Marksizm’in Üç Kaynağı ve 3 Bileşeni” (Mart, 1913, Collected Works, Vol. 19 pp. 23 28, Progress Yayınları) alıntı Bob Avakian, Sahte Komünizm Öldü… Yaşasın Yeni Komünizm!, İkinci Basım (RCP Yayınları, 2014)
Emrah Cilasun, 12 Nisan 2023