Sayılardan Kalabalık
Kıtalar uzaklaşırken birbirinden, insanlar yakınlaşır. Korku, öfke ve acıyla sarılırlar, bütün unuttuklarına yeniden. Kucaklaşırlar.
Zemini olduğu kadar, zamanı da sarsar tektonik devinimler. Hiç olmadığı kadar telaşla akmaya başlar zaman. Ya da öylece durur. Bir şeyleri bekler gibi. Zamanın koşmasına da, beklemesine de aldırmaz tarih. Değişir. Ama hep sonradan, geriye bakınca anlaşılacaktır her şey. Şimdi değil. Şimdi çığlık, yas, keder, kavga, isyan… Örüp dokuyorlar tarihi, durup dinlenmeden.
Saymakla bitmiyor ölüler. Ardı ardına sıralanan, soğuk ve ruhsuz sayılara dönüşüyor insan. Yüz bininci ölüyüm, kırk bininci yaralı, beş yüzbininci evsiz, üçbininci kayıp… Bir kimlik olmak, var olmak adına verilmiş onca emek buruşturulmuş bir kağıt gibi atılmış, bırakılmış öylesine özensizce. Terk edilmiş sayılar gibi insan. Ve sözsüz, kimsesiz, kapkara bir listedir şimdi toprak, şehir, ülke.
İnsanların sayılara dönüşmesi, II. Dünya Savaşı filmlerini hatırlatıyor. Siyah-beyaz çizgili üniformalarına sayılar işlenmiş insanları. Hepsi gerçekti olanların. O üniformalardaki dikey siyah-beyaz çizgiler ve sayıların birleşip barkoda dönüştüğünü gördük sonra distopya filmlerinde. Dövmeyle bedenlerine barkodlar işlenmiş insanları. Onlar da gerçek miydiler?
Lizbon’daki Direniş ve Özgürlük Müzesi’ne gidenler, siyah-beyaz bir yüz ile karşılaşırlar. Bir portredir bu. Fotoğrafa yakından bakıldığında, Portekizli kunduracı Amavel Vitorino’nın portresinin aslında bir kolaj, grafik kompozisyon olduğu anlaşılır. Yüzlerce siyasi tutuklunun fotoğrafının yan yana gelmesiyle resmedilmiştir kunduracının yüzü. Ülkesinin mevcut siyasi durumu ve yöneticileriyle ilgili “hoş olmayan yorumlar yaptığı” gerekçesiyle tutuklanıp işkence gören Vitorino’nun hikâyesi, onun yüzünü oluşturan parçalar, yani diğer tutukluların yaşadıklarına benzer. Siyah-beyaz çizgilerden de, sayılardan da kalabalıktır isimleri, gözleri, siyah- beyaz yüzleri. Hikâyeleriyle vardılar, yaşadılar, oradaydılar her biri. Acıları, kayıpları ve kavgalarıyla. Kayıp parçalar bir araya gelince ortaya çıkıyor felaketin portresi. Sarsılmaz, yıkılmaz bir duvar gibi güçlü duruyor orada siyah- beyaz resim. Bütün barkodların, istatistiklerin, soğuk ve ruhsuz sayıların karşısında. Hakikat gibi.
Portekiz’in kırk yılını karartan faşist rejimin ve onun hükmündeki devlet kurumlarının suç ortaklığını yapan siyasi polis tarafından uygulanan sistematik ve organize şiddet, Portekiz’deki diktatörlüğün en belirgin özelliğiydi. Direniş ve Özgürlük Müzesi’ndeki bir panoda faşist diktatörlüğe örnekler sıralanmış: insanların evlerine yapılan baskınlar, rejime karşı çıkanlara yönelik zulüm, herhangi bir gösterinin şiddetle bastırılması, dernek, kooperatif ve sendika tesislerinin tahrip edilmesi, sürekli işkence kullanımı, düzmece mahkemelerin düzenlenmesi, binlerce insanın adalara ve kolonilere sürülmesi, mahkûmların ve sürgündekilerin ortadan kaldırılması.
İnsanlık tarihinin iyiler ve kötüler arasında sürüp giden kavgayla açıklanamayacak kadar basit olmadığını öğretmedi mi zaman? Belki masal kitaplarında ya da evreni yorumlamaya çalışan eski toplulukların mitlerinde kendine yer bulabilir iyiler ve kötüler şeması. Faşizm, totaliterizm ve kapitalizmden, bu kavramların gerçekliğinden uzakta anlaşılabilir mi insanın kötülüğü? Kötülüğün sıradanlığı?
Nefes aldırmayan, gündelik yaşantının parçası haline gelmiş banallik, ucubelik ve çürümüşlüğün hayatın her alanında karşımıza çıkması tesadüf değil. Yan yana durmadığımız, birbirimizin gözleri olmadığımız, yalnızca kendi gözlerimizle baktığımız için karardı her yer. Kaçtığımız, sırtımızı döndüğümüz, görmezden geldiğimiz, yalnız bıraktığımız için.
Arkadaşlar arasında ego düelloları, sosyal meydan muharebelerinde parlak zaferler… Günü bile kurtarmak zor geliyor herkese, dünyayı geçtim. Ama hayatı savunmanın gerekliliğinde sabitlendi artık ibre. Başlangıç noktasındayız şimdi.
Portekiz, diktatörlükle kararıp karanfillerle renklenmiş tarihinden iki asır önce, korkunç bir depremle sarsılmıştı. 1755’teki Lizbon Depremi’nin “tarihin en yıkıcı depremi” olduğu söyleniyor. Portekiz ve çevresini yerle bir eden depremin yarattığı yıkım büyük olur. Etkileri geniş bir alana, toplumun değişik katmanlarına yayılır. Zemini olduğu kadar zamanı da sarsar deprem. Dünyayı değiştirir. Voltaire, Lizbon Felaketi Üzerine Bir Şiir’i yazar; “zerre kadar bilinmez kötülüğün sır ilkesi”der. Kendisinin de pek bilmediği ortadadır aslında. Doğa karşısında ne kadar da güçsüz olduğumuzu anlatır durur. Rousseau sözünü sakınmaz, Voltaire’i eleştirir. Yüksek katlı binaların, sorunlu şehir planlamasının da sorumlu olduğunu söyler. Goethe, “merhametli tanrı, kötülerle birlikte iyileri de aynı felakete maruz bırakmakla, bir baba gibi hareket etmemişti.” der. Yeri, göğü sarsan deprem, dini inancın sorgulanmasına yol açar. Aydınlanma Çağı’nın ateşleyicisi kabul edilir.
Lizbon Depremi’ni anlatan kaynaklarda “felaketin” büyüklüğünü göstermek adına ölü sayısı ‘aralığı’ verilmiş. Daha çok uçuruma benziyor o ‘aralık.’ Sayılardan kalabalıktır ölüler. Yaşamaya devam edenler de. Sıfırdan değerlidir insan. Sayıların ötesinde.
Sayılar ve ötesini algılayabilmek için bir parça sinesteziye tutulmalı şimdi insan. Duyuların sarsılması, birbirine karışmasındadır belki, iyileşmenin sır ilkesi. Sesleri görebilmek, dokununca renkleri duyabilmekte. Edip Cansever’in Umut şiirinde anlattığı da buydu belki:
“parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın
gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
işitsen, yuvarlağı sende kalır
her başlangıçta yeni bir anlam vardır.”
Semiha Durak