KÜRESEL SÖMÜRÜDE KADINA BİÇİLEN ROL
Kadının horlanması, aşağılanması, ezilmesi ve sömürülmesi tarihi; sınıflı toplumların tarihi kadar eskidir. Bu süreçte kadın cinsi, ezilme yöntemlerinin birçoğuna tanık olmuştur. Cinsel kimliğinin sömürülmesi ve istismar edilmesi dışında, daha güzel görünsün, daha fazla önem kazansın vb. diye tarih boyu yapılanların birçoğu aslında kadına eziyet ve işkence etmekten başka bir şey değildir. Kadın bütün güzelliklerin simgesidir; incedir, merhametlidir, anadır, yardır vb. ama bütün bu yakıştırmalar kadın cinsinin toplumsal konumunu pek fazla değiştirmemiştir. Günümüzde kadın yine ezilendir, sömürülendir.
Buna rağmen kadın cinsinin toplumsal yaşama ve ilişkilere damgasını vurduğu tarihsel dönemler de olmuştur.
Binlerce yıl önce anaerkil dönemde, toplumsal yaşamın en önemli belirleyeni kadındı. Anaerkil toplumda erkek, kadının eline bakarken, cinsler arasında hiçbir ayrımcılık yoktu ve kadın kendi toplumsal gücünü, saygınlığını baskı ve sömürü aracı olarak kullanmayı asla düşünmemişti. Ezenin ve ezilenin olmadığı, tarihin bu kesitinde, insanlar arası çatışmalar, kan davaları söz konusu bile değildi. Kadın yöneticiydi. Toplumsal alanda medeni haklar, hukuk vb. kurumlar, kadının belirleyiciliği altında işliyordu. Örneğin, doğan bir çocuğun babası sorulmaz, anasının kim olduğuna bakılarak düzenlenirdi kimlik bilgileri. Bu dönemde kimseyi hor ve hakir görme, cinsiyetinden dolayı aşağılama gibi insana yakışmayan davranışlar hiçbir zaman yaşanmamıştır. Basit iş bölümü çerçevesinde, erkek çobanlık yapar, kadın bitki toplar ve ailenin geçimi bu şekilde sağlanırdı. Ne zaman ki erkek, otlattığı sürüye sahip çıktı ve ilkel silahlar bulundu, kadının durumu da sarsılmaya başladı. Çoğalttığı sürüsüyle, o ana kadar sadece ipi ve beziyle övünen erkek, elde ettiği bu güçle kadını tahtından indirerek, egemenlik anlayışını hissettirmeye başladı. Erkek egemen bir dönem ve buna bağlı olarak sömürü ve baskı ilişkileri de yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.
Bundan 10.000 yıl öncesi yukarı vahşet çağında yapılan duvar resimlerinden bugüne ulaşan bilgilere göre Ana-Tanrılar her materyale damgasını vurmuşlardır. Anaerkil döneme kadın egemenliği damgasını vurmuştur demek, çok haksız bir yaklaşımdır. Bu, anladığımız anlamda bir egemenlik değil, adil bir yaklaşım içerisinde toplumsal alanı ve ilişkileri kadının belirlediği görülmektedir. Bu durum, geleneksel ezme-ezilme ilişkisini ortaya çıkarmamıştır. İspanya’da bir mağarada bulunan resimlerde ortaya çıkan kadın figürlerinde kadın egemen kültürünün izlerine rastlanmıştır. Yine erkek egemen toplumun iddialarının tersine, yapılan bir araştırmada o döneme ait kadın kafatasının hacminin 58 cm. üzerinde olduğu, erkeğin ise 55 cm’de kaldığı, yani kadın beyninin erkek beyninden 3 cm daha büyük olduğu tespit edilmiştir.
Oysa bugün, kadını düşürmek ve aşağılamak adına, beyninden başka birçok eksiğiyle erkeğin hizmetçisi, kölesi ve ezileni haline getiren erkek egemen anlayış (ki, bu içinde yaşadığımız kapitalist üretim anlayışının temel direğidir) , yukarıda anlatılan gerçekleri ısrarla göz ardı etmektedir. “Avrat” kavramını literatüre sokarak, kadına hemen hemen bütün hak ve özgürlüklerini yasaklamıştır.
Kadın anadır, doğurgandır. Doğurganlığı, üretken yanını temsil etmektedir. Erkek egemen anlayış, kadının bu yanına bile göz dikerek, çalmaya yeltenmiş, mitolojide erkek Tanrı Zeus’a doğurganlık özelliği yüklemiştir. Kendi çocuğunu doğuran Tanrı (erkek) artık kadını tahtından indirebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Anaerkil toplumda sınıf, statü, ezen ezilen yokken, özel mülkiyetin ortaya çıkması ve üretim araçlarının erkeğin elinde toplanmasıyla birlikte, günümüze kadar gelen geleneksel ezme-ezilme, sömürme-sömürülme ilişkileri de ortaya çıkmaya başladı. Artık, kandaşlar arası boğazlaşmalar, husumet ve çatışmalar serbesttir. Totemlere erkek egemenliği hükmetmeye başladı ve böylece sömürü düzeni de kurulmuş oldu. Bu araçların elde edilmesiyle yeni ideolojiler eşliğinde ezen bir grup oluşturuldu. Bu grup, içinde bulunduğumuz kapitalizm koşullarında, üretim araçlarını ve sermayeyi elinde tutan burjuvazidir.
İnsan doğasından ileri gelen, sabit cinsel biyolojik farklılığı, kültürel kimlikleri temel çelişkiler olarak varsayıp baskı aracı olarak kullananlara karşı, olaylara feminal açıdan yaklaşmak, sınıfsal sorunu göz ardı etmektir ve kadının kurtuluşunu sağlamayacaktır. Cinsel ayrımcı-ırkçılık artık biyolojik olmaktan ziyade, sosyal, ekonomik ve siyasal açılardan ayrımcı bir ırkçılıktır. Emperyalist Avrupa’da yaratılan diğer ırkçı ayrımlar gibi, cinsler arası ayrım da günümüzde gözle görünür bir şekilde yaşanmaktadır.
18.yy’da mitlerin diliyle ortaya atılan ırkçılık, aydınlanmayla birlikte nasıl bilim, aklın yoluyla oluştuysa, ayrımcılık ve kadının düşürülmesi de aydınlanmayla birlikte hızlandı. Burjuva aydınlanmanın önde gelen düşünürleri, açık açık ırkçı-ayrımcı düşüncelere sahiptiler. Voltaire siyahları hayvanlara yakın bir ırk olarak değerlendirirken; Kant, Afrika zencilerinin doğadan zekâ almadıklarını iddia etti. Yahudilerse toptan tefeci ve dolandırıcıydı. Aydınlanma adına geliştirilen tüm bu ırkçı yeni anlayışlar, geliştirilen bakış açılarına bağlı olarak, toplumlar arası ayrışmalar sistemin ideologları kanalıyla yapılırken, söz konusu ayrışmaların kendi iç dinamiklerinde daha da derinlere inilerek, cinsler arası ayrımlarda alabildiğine hızlandı.
Günümüze kadar gelen egemen üretim ilişkileri sonucu ortaya atılan cinsiyetçi ideolojilerin çözümsüzlüklerinden kaynaklı kadın erkek eşitsizliği, kapitalist üretim ilişkileri devam ettiği sürece çözümlenemeyeceği bilinen bir gerçektir. Kadınları erkeklerin inisiyatifinde tutan, gelenekçi ataerkil ilişkiler geçmişte olduğu gibi günümüzde de devam eden küresel ve yerel kapitalist çarkın izlediği politikalarla uyum göstermekte ve olduğu gibi devam etmektedir. Dolayısıyla cinsler ayrımını yaratan sömürü mekanizmaları var oldukça, kadının özgürlüğü hayal olmaktan öteye geçemeyecektir.
Sermayenin küreselleşmesiyle birlikte, kadının ve kadın emeğinin sömürüsü alabildiğine yaygınlaşarak derinleşmiştir. Kadın emeğinin sömürülmesine paralel çocuk emeğinin sömürü ve istismarı da yaygınlaşmıştır. Egemen güçlerin değişik dönemlerde dile getirdikleri kadın ve çocuk hakları sözleşmeleri, (sözüm ona) yasal düzenlemeler ve tedbirler, kitleleri aldatmaktan ve göz boyamaktan öteye gitmeyen atraksiyonlardan başka bir şey değillerdir.
Neo-liberal politikalar tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yoksulluğu, işsizliği ve gelir dağılımında ki adaletsizliği derinleştiren, ücretleri gerileten, genel ya da emek eksenli örgütlülüğü zayıflatan sonuçlar üretmiştir. Bu politikalarla sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, çocuk ve yaşlıların bakımı, kadın hakları vb. sosyal hizmetlere ayrılan bütçeler daraltılmıştır. İnsanların belirli çalışma süreleri sonunda elde edebildikleri emeklilik haklarına göz dikilmiş, emekli maaşları düşük tutulmuştur. Diğer yandan siyasi iktidarların yardım ve bağışlarıyla ayakta duran geniş bir düşkünler zümresi yaratılmıştır. Sosyal devletin görevleri arasında yer alan hasta, yaşlı, çocuk, engelli insanların bakımı vb. hizmetler tam anlamıyla ortadan kaldırılmıştır. Buna bağlı olarak artan yoksullaşmayla birlikte, cinsler arası ayrımcılık ve eşitsizlik açısı büyürken kadın bedeni metalaştırılmış, sermayenin pazarlama aracı halini almıştır.
Dünyada serbest ticaret bölgelerinde çalışanların %90’ini kadınların oluşturduğunu düşünürsek, kadının ve kadın emeğinin ne düzeyde sömürüldüğünü ve istismar edildiğini tahmin etmek güç olmayacaktır.
Küresel sermayenin her şeyi metalaştırdığı ve her şeye kâr mantığıyla yaklaştığı günümüz koşullarında, gerek kayıt dışı ve ucuz işlerde, gerekse reklâm, seks ve eğlence sektöründe kadınlar alabildiğine sömürülmektedir. Fuhuş özendirilmekte, genelev ve eğlence sektöründen elde edilen vergiler, devlet bütçelerinin önemli kalemleri arasında yer almaktadır. Yoksul kitlelere ahlâk vaaz edenler, bin türlü ahlâksız ve gayri meşru yoldan gelir elde etmektedirler ve egemenlerin hizmetine sunmaktadırlar.
Türkiye de kadın emeğinin sömürülmesi ve cinsler arası eşitsizlik, 1980 sonrası değişen ekonomik-politik koşullarında etkisiyle doruk noktasına ulaşmıştır. Bu durumu rakamlara bakarak görmek mümkündür. Şöyle ki, Türkiye de her 13 kadına karşılık 87 erkek çalışmaktadır. Türkiye’de yaşayan kadın nüfusunun %26’sı bir iş sahibidir. Bilindiği kadarıyla, 4 milyon kadın kayıt dışı olarak çalışmaktadır. Kadın emeği esnek koşullarda çalışmaya müsait olmasından dolayı, bu alanda da yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Ayrıca, emeklerinin karşılığını tam olarak almaları, erkeklere oranla çok daha düşük düzeydedir. Erkeklerden %12 daha eksik ücret almaktadırlar. En fazla tarım sektöründe kayıt dışı olarak çalışmaktadırlar. Oysa aynı sektörde her 10 kadından 6’sı ücretsiz (aile işçisi) olarak iş görmektedir.
Bunların dışında, erkeklerden sonra ikinci sırada çalıştıkları sektörlerin başında hizmet sektörü gelmektedir. Bu sektör içerisinde yoğun oldukları alanlar, daha çok büro işleri, tezgâhtarlık vb. öne çıkmaktadır. Tekstil sektöründe de kadın emeği sömürüye uğramakla birlikte, daha çok giyim (moda) ve reklâm alanında kadın bedeni, sınırları aşan ve pornografiye varan boyutlarda kullanılmakta, dolayısıyla acımasızca sömürülmektedir.
Kapitalist meta üretiminde hedef, maliyeti sıfıra düşürmenin yollarını bularak maksimum kâr oranına ulaşmaktır. Örgütlenmenin ve hak alma mücadelesinin gelişkin olmadığı ülkelerde kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesinin önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Bu yüzden bugün Üçüncü Dünyanın emperyalizme bağımlı yeni ve yarı sömürge ülkelerinde kadın ve çocuk emeğinin sömürüsü daha yoğundur.
Erkek egemen toplumda, kadının cinsiyetinden kaynaklanan, maliyete yüklediği artı giderden dolayı, üretim sektöründe çalıştırılmaması ciddi bir etkendir. Hamilelik, doğum, çocuk bakımı vb. durumlardan dolayı, üretim kaybına neden olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle kadınlar daha çok hizmet sektöründe ve kayıt dışı alanlarda çalıştırılmaktadırlar. Kadının düşkünleştirilmesinde bir başka anlayış da özellikle muhafazakâr çevrelerin savunduğu “Kadının yerinin evi olduğu” inancıdır. Günümüzde bu yaklaşım nispeten aşılmış, kapitalizmin, üretim ve hizmet sektöründe kadın emeğine duyduğu ihtiyaçtan dolayı evin dışına çıkarılmış, üretim içine sokulmuştur.
Küresel sermaye, tüm emek güçlerine karşı din, mezhep, töre, etik (kapitalist ahlâk), ulusal ve cinsel farklılıklar vb. olgular üzerinden kendi düzenini pekiştirmede ve piyasayı derinleştirmede şiddetli bir saldırı dalgası başlatmıştır. Son yirmi yıldır dünya, bu dalganın sancılı sonuçlarını yaşamaktadır. Sermayenin küresel kuşatmasının en çok etkilediği toplumsal kesimlerin başında da kadınlar gelmektedir.
Bu durumu ülkemizden sayısal örnekler vererek daha net bir şekilde algılamaya çalışırsak; bugün Türkiye’de yönetici olan kadın sayısı şaşırtacak oranda azdır. Yönetici kademelerinde yer alanların %1’ini oluşturmaktadır. Orta kademe de (şef vb.) temsil oranı ise %28’dir. İlginç olan, bunların genelde bağlı oldukları amirlerin hemen hemen hepsinin de erkek olmasıdır. Üst yönetimlerde parmakla sayılacak kadar az kadın yer almaktadır. Bu veriler eskiye aittir ancak son yirmi yıllık AKP iktidarları döneminde de bu verilerin pek fazla değişmediğini tahmin etmek zor değildir. AKP iktidarı kadına düşmanlık konusunda zirve yapmıştır. Örneğin kadına yönelik şiddet, sömürü ve kadın cinayetleri katlanarak artmıştır. Ama bütün bunlara karşın en belirgin olan milletvekilliğindeki düşük oranlardır. Nüfusun yarsından fazlası kadın olmasına rağmen Mecliste kadınların temsil edilme oranı %4-5’ i geçmemektedir. Bu ülkede kadının sadece adı vardır ve kadın sorunu üzerinden söylenen yalanlar artık kimseyi ikna etmemektedir. Türkiye’de nüfus oranı %54 olan kadınların başta meclis olmak üzere resmi kurumlarda ki temsil oranlarının bu kadar düşük olması gerçekten acı vericidir.
Nüfuslarının çok altında temsil oranına sahip olan ve varlıkları uygulamalarla inkâr edilen kadınların, bunlar yetmiyormuşçasına bir de yöneticilik için gerekli kapasite ve yeterliliğe sahip olmadıkları ileri sürülmektedir. Erkek egemen (kapitalist anlayışa) göre kadınlar zayıf varlıklardır. İlk AKP hükümetiyle birlikte TRT Genel Müdürü olan Şenol Demiröz’ün göreve başlar başlamaz, “verimliliği düşürüyorlar” gerekçesiyle 13 kadını yönetici görevden alması, kadın konusunda ilkel ve gerici yaklaşıma tipik bir örnektir. Ve bu ilkel yaklaşım, yirmi yıldır AKP iktidarları aracılığıyla artarak sürmüştür.
17 Şubat 1926 yılında kabul edilen medeni kanunda güya erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemelerin kaldırıldığı, kadınlara boşanma hakkı tanıyan yasa çıkmış olsada, kâğıt üzerinde alınan yol pratikte hiçbir işe yaramamıştır. Aile içi şiddetin % 87’sini kadınlar yaşamaktadır. Evlenmelerin %40’ı görücü usulüyle olmaktadır. Evlenmiş olan kadınların %20’si nikâhsız (İmam nikahıyla) yaşamaktadır. Türkiye’de her 3 kadından 2’si işsizdir. Uluslararası Af Örgütünün 2004 yılında yayımladığı bir rapora göre, kadınların erkeklerden %20–50 daha az maaş aldıklarını tespit etmiştir. Tüm küresel dünyada toplum katmanları arasında giderek açılan uçurum, cinsler ayrımında da kendini doğal olarak ayrımcı özelliğiyle göstermektedir. Dolayısıyla, küreselleşmiş bir dünyada cinsler arası uçurumda giderek büyümektedir.
Neo-liberal politikalarla gerek dünyada gerekse ülkemizde, sosyal-devlet olgusu tam anlamıyla ortadan kaldırılmıştır. Yoksulluk artmış, gelir dağılımı yoksulların aleyhine gelişmiştir. Toplumsal ve ekonomik alanlarda, uzun mücadeleler sonucu elde edilen hak ve kazanımlar yok edilmiş, emek örgütlülükleri dağıtılmış ve işçi sendikaları teslim alınmıştır. Özgürlükler kısıtlanmıştır. Kadın emeği ve kadın sorunu da bu gelişmelerin dışında değildir. Sorun, emeğin kurtuluşu sorunudur. Kadın sorunu, insanlaşma sorunudur. İnsanlaşmayı da tarihsel olarak sağlayacak olan, sınıfsız-sömürüsüz bir toplumdur. Bu da sosyalist bir dünyanın kurulmasıyla mümkündür. Kadının kurtuluşu, tüm ezilenlerin kurtuluşuyla olanaklıdır. Bu yüzden, tüm ezilen sömürülen ve baskı altında tutulan kadınlar güçlerini emeğin örgütlü mücadelesine seferber ederek, ancak o zaman hak ve özgürlük mücadelelerini zafere taşıyabilirler, ancak o zaman kendi kurtuluşlarını da sağlayabilirler.