ARŞİVMehmet Ali YAZICIPolitikaSlider

İSLAM, ÇEKİRDEK DEVLET VE AKP

Her şey 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başladı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Bloğu’nün ortadan kalkmasıyla birlikte, dünyada “soğuk savaş” olarak adlandırılan dönem de sona ermiş oldu. Emperyalist-kapitalist blok ayakta kalırken “sosyalist blok” yıkılıp ortadan kalkarak tarihe karıştı. İki kutuplu dünyada ki bloklaşma, rekabet, çekişme, denge ve hegemonya politikaları yerini askeri açıdan tek kutuplu (ABD), ekonomik açıdan da çok kutuplu (Avrupa, Japonya, ABD vb.) bir dünyaya bıraktı. Yeni Dünya Düzeni (YDD) bu şartlar altında ortaya çıktı. İnsan hak ve özgürlükleri, adalet, eşitlik, kardeşlik, demokrasi vb. alanlarda sosyalizmin başaramadığını kapitalizm başardı iddiasıyla dünya adeta bir insanlık cennetine dönüşmüştü! Kapitalist-emperyalist düzenin teorisyenlerinin yeni dönem için iddiaları buydu ve esasta bu değerlendirme ideolojik manipülasyondan başka bir şey değildi. Kapitalizmin ve emperyalizmin rakipsiz kaldığı bir dünyada bunun böyle olmadığı/olamayacağı kısa sürede anlaşıldı ve tarihin sonunu getiren teoriler tekrar gözden geçirilmeye başlandı.

Kapitalist-emperyalist düzenin, adını şirinleştirmeye çalışarak ilan ettiği “Yeni Dünya Düzeni” (YDD )nin önemli teorisyenlerinden biri olan Samuel P.Hungtinton 1993 yılında, “Medeniyetler Çatışması” başlığıyla bir makale kaleme aldı. Türkçeye de çevrilen bu makale içinde Türkiye ile ilgili bölümler ne yazık ki yeterince tartışılmadı. Yirmi yılı aşan AKP iktidarlarının politika ve uygulamaları, bu makale eşliğinde mutlaka tekrar gözden geçirilmeli ve yeniden değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Görülecektir ki, ülkemizde son yirmi yıldır iktidarda olan İslamcı siyasi bir partinin iktidarları aracılığıyla yaşananlar aslında Türkiye’nin İslam’ın “merkez ülkesi” ve “çekirdek devleti” yapılması projesinden başka bir şey değildir. Onun için, bu makaleden haberdar olanlara AKP’nin yirmi yıllık icraatları hiç de şaşırtıcı gelmemelidir. Makale özetle, bundan sonra dünyanın gidişatını Kapitalizm ve Sosyalizm gibi ekonomik, toplumsal ve siyasal sistemler arasındaki çatışmalar değil, belli başlı medeniyetler arasındaki çatışmalar belirleyecektir diyordu. Netice de emperyalizmin düşmansız yaşayamaması “yeni düşman”lar bulmayı gerektiriyordu. Ayakta kalması ve dünya hegemonyasını elinde tutması için de bu düşman(lar)a ihtiyacı vardı!

Huntington, dünyada toplam olarak 12 medeniyetin var olduğunu ve bunlardan ancak beşinin yaşadığını (Çin, Japon, Hint, İslam ve Batı),geri kalan yedi medeniyetin ise (Mezopotamya, Mısır, Girit, Klasik, Bizans, Orta Amerika, Ant) artık var olmadığını belirtiyordu. Daha da önemlisi, yaşayan bu beş medeniyetten biri olan İslam’ın çekirdek devletinin olmadığının ileri sürülmesidir. “İslam’ın çekirdek bir devletten yoksun olması, gerek Müslüman gerek Gayri Müslim toplumlarda önemli sorunlar yaratmaktadır.” deniliyordu. Her ne kadar bazı medeniyetlerin çekirdek devletlerinin olmamasını emperyalizmin işgalci, yayılmacı ve müdahaleci politikalarına bağlasa da, “Kabul edilmiş çekirdek devletten yoksun olan İslam kendi ortak bilincini yoğunlaştırmaya devam etse de, şimdiye kadar ancak güdük bir ortak siyasal yapı geliştirebildi.” diyerek, aslında İslam’ın içsel sorunlarının ve İslam ülkeleri arasındaki anlaşmazlıkların buna engel  olduğunun altını çiziyordu.

AKP hükümeti iktidar koltuğuna oturduktan sonra hep bu projeyi hayata geçirebilmek için mücadele verdi. Bu mücadele, içte toplumu İslamlaştırma, “Cumhuriyet değerlerini” ve kurumlarını ortadan kaldırma, dışta ise elliye yakın İslam ülkesine Türkiye’nin İslam’ın “merkez ülke”si ve “çekirdek devlet”i olduğunu kabul ettirme mücadelesiydi.

Saltanatı ve Halifeliği bile tekrar kurma düşüncesindeydi. İç politikayı da bu doğrultuda dizayn etmeye çalıştı. Olduğu kadarıyla var olan laikliği ortadan kaldırmadı ama askıya aldı, cumhuriyetin kurucu değerlerinden uzaklaştı ve toplumu da uzaklaştırdı. Var olan güdük demokratik değerler ve demokrasi kimyasal çözülmeye uğradı. Osmanlıya dönüş kutsandı. Tayyip Erdoğan’nın başkanlık istemesiyle aslında örtülü olarak Osmanlı monarşisini 21. yüzyıl Türkiye’sine taşıma peşinde olduğu görüldü.

İlginç olan, bu makale de Türkiye için önemli bir bölümün ayrılması ve bu bölümde yer alan, önerilen politikalarında AKP iktidarları döneminde parça parça hayata geçiriliyor olmasıdır.

Türkiye’de ki rejimin, İslam Medeniyeti eksenli analizi yapılıyor ve iktidara gelecek hükümetlere adeta uygulamaları gereken program(lar) sunuluyordu. Ne yapılması gerektiği anlatılmadan önce, Türkiye’nin İslam’ın çekirdek devleti olabileceği vurgulanıyor, “Türkiye İslam’ın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir.” deniliyordu. “Gel gelelim, Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik toplum olarak tanımlaması, Türk Cumhuriyeti’nin bu rolü Osmanlı İmparatorluğundan devralmasını önlemiştir… Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslam’ın liderliğine soyunma olasılığı yoktur.” deniliyordu. AKP’nin Osmanlı özentisinin ve Neo-Osmanlıcılığın kaynağının nereden geldiğini bu makalede bulabiliriz.

Huntington İslam’ın çekirdek devleti ve merkez ülkesi olabilmesi için Türkiye’nin Batılı değerlerden vazgeçmesini istiyordu. Özellikle laiklik ve cumhuriyetin kurucu değerlerinin İslam’a ters düştüğünü, Batı Medeniyetine ait değerlerle bir yerlere varılamayacağını, bölünmüş devlet olmaya devam edeceğini söylüyordu. Bu nedenle, Türkiye’yi şizofren yapan Kemalist ideolojinin de terk edilmesi gerekiyordu.

Makalede Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası şekillenen YDD içinde ki yeri de tarif ediliyordu.  “Türkiye’nin NATO üyeliğiyle cisimleşen Batı’yla kurduğu yakın ilişki Soğuk Savaş’ın bir ürünüydü. Soğuk Savaş’ın sona ermesi bu yakın ilişkinin temel gerekçesini ortadan kaldırdı ve söz konusu bağlantının zayıflamasına ve yeniden tanımlanmasına yol açtı. Türkiye artık kuzeyden gelen büyük bir tehlikeye karşı bir tampon oluşturmayıp, daha ziyade Körfez Savaşı’nda olduğu gibi, güneyden gelebilecek ufak tefek tehditlerle uğraşırken yardımına başvurulabilecek olası bir partnerdi.” Buna ek olarak Türkiye’nin, geçmişte emperyalizmin Sovyetlere karşı geliştirdiği “yeşil kuşak” doktrininden, şimdilerde İslam’ın “çekirdek devleti” olma projesine geçirilmeye çalışıldığını da söyleyebiliriz.  Ayrıca son yıllarda Türkiye’nin Suriye müdahalesini de burada söylenenler ışığında daha net olarak anlayabiliriz.

AKP aslında Türkiye siyasetinin ve seçmeninin bir projesi değildi, tam anlamıyla bir emperyalizm projesiydi. Temelleri çok önceden atılmıştı.

Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” makalesindeki Türkiye değerlendirmeleri buna örnektir. “Soğuk savaş sona erdikten sonra da hem kapitalizmin küresel yeni düzeni, hem de Ortadoğu’daki petrol çıkarlarının korunması için, halkı Müslüman olan ülkelerde Ilımlı İslamcı iktidarların işbaşına gelmesi, muhalefetinde buna uygun oluşması gerekiyordu. Nesnel olarak incelenirse kolayca görülür ki Türkiye’de iktidar da muhalefet de bu sürecin ürünüdür.”(Yakup Kepenek, Cumhuriyet). Emperyalizm, İslam’ın merkez ülkesinden İslam Dünyası’na tek elden hegemonya kurabilmek için bu proje, 21. Yüzyılın başında Türkiye’nin önüne sürüldü. Ne yazık ki yıldan fazla bir süredir Türkiye seçmeni hala uyanamadı!

Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarının bundan sonra ki hedefi, rejimin tam olarak değiştirilmesi ve Türkiye İslam Cumhuriyeti (TİC) ilan edilmesi olabilir. Bu mümkündür. Gidişat bu yöndedir. Ve bugün asıl tartışılması gereken, Türkiye olduğu kadarıyla laik ve demokratik bir ülke olarak mı kalacak yoksa İslamcı esaslara dayalı Türkiye İslam Cumhuriyeti mi olacak? Esas konu budur. Bir başka olasılıkta Türkiye, Malezya gibi çift hukuklu bir ülke olabilir.

Biraz uzun olacak ama önemli olduğu için, adı geçen makaleden bir alıntıyla yazıyı bitirmek istiyorum: “Türkiye kendisini yeniden (şimdilerde de hep Yeni Türkiye’den söz ediliyor. -bn-) tanımladığı takdirde ne olur? Türkiye bu noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batı’nın temel İslami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir. Kökten dincilik Türkiye’de tırmanışa geçmiştir; Özal yönetimi (bugün için Tayyip Erdoğan yönetimi olarak okuyun-bn-) altında Türkiye Arap dünyasıyla özdeşlik kurmak için büyük çaba harcamıştır; Orta Asya’da ılımlı bir yol üstlenebilmek için etnik ve dilsel bağlantılarından faydalanmaya çalıştı; Boşnak Müslümanları desteklemiş ve cesaretlendirmiştir; Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’daki Müslümanlarla kapsamlı tarihsel bağlantılara sahip olması bakımından Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında benzersiz bir yeri vardır. Türkiye sonuçta bir ‘Güney Afrika’ rolü kotarması hiç de mantık dışı değildir: Güney Afrika’nın ırk ayrımcılığını ilga etmesi gibi, kendine yabancı olduğu gerekçesiyle laikliği kaldırıp, kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak bu medeniyetin lideri haline gelebilir. (…) Laiklik ve demokraside Batı’nın iyi ve kötü yanlarını yaşayıp görmüş olan Türkiye de en az onun kadar, İslam’a liderlik etme vasfını kazanmış olabilir. Ama bunu yapmak için Atatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’in mirasını reddedişinden daha eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri (Tayyip Erdoğan gibi-bn-), Türkiye’yi bölünmüş bir ülke olmaktan çıkarıp çekirdek bir devlet haline getirmek için gerekli siyasal ve dinsel meşruluğu kendisinde toplamış olan bir lideri gerektirir.”

Mehmet Ali YAZICI

Paylaşalım