Mehmet Ali YAZICISliderSöyleşiler

İnsanlığın Sorunlarının Çözümü Marksi̇zmde Yatıyor

Çoğumuz tanık olmuşuzdur; egemen ideolojilerin ve emperyalist-kapitalist dünyanın sözcüleri her yıl istisnasız en az bir defa Marksizm’in, dolayısıyla sosyalizmin insanlığın sorunlarına bir çözüm getir(e)mediğini, öldüğünü ve tarihin derinliklerine gömüldüğünü ilân ederler. Bu ilân edişle ilgili makale, haber ve açıklamalara, sermaye tekellerinin yayın organlarında, televizyonlarda, gazetelerde genişçe yer verilir. Başka bir dünyanın olamayacağı/ kurulamayacağına dair uzun erimli saldırı ve karalama kampanyaları düzenlenir. Böylelikle, kapitalist düzeni acımasızca eleştiren, çelişkilerini gözler önüne seren ve insanlığa alternatif olarak kendi sınıfsız-sömürüsüz toplum modelini sunan Marksizm’i “öldürmüş olma”nın rahatlığıyla yeni bir kampanya dönemini beklerler. Bir kez “ölen” bir şeyin dirilme ihtimali olmadığına göre neden, dönem dönem buna ihtiyaç duyulur ve Marksizm’e zombi muamelesi yapılır?

Bunu anlamak kolaydır; çünkü insanlığın önünde biriken sıkıntı ve sorunların tek çözüm yolu, dün olduğu gibi bugün de Marksizm’de yatmaktadır ve sosyalizm, bugün dünyayı kuşatan sömürü düzeni kapitalizmin tek alternatifi olmaya devam etmektedir. Ekonomik, toplumsal ve siyasal yapıda ortaya çıkan krizlerin, kültürel yozlaşmanın nihai olarak aşılması, Marksizm’in çözümlerini beklemektedir. Sorun, bu çözümlerin oluşturulmasında, geçmiş deneyimlerde göz önüne alınarak teorik çerçevenin kurulması ve bugünün analizlerinin doğru biçimde yapılmasında düğümlenmektedir. Ardından da ülke ve dünyayı doğru kavrayan ve hedeflerini net bir şekilde ortaya koyan politik bir programa ihtiyaç duyulacaktır. Bu yüzden tekrardan Marksizm’in okunması, kavranması ve insanlığın yaşadığı sorunlara, örgütlü bir yapı ekseninde enerji kaynağı hiç bitmeyen bir fener gibi tutulması gerekmektedir.

İnsanlık tarihi incelendiğinde, kriz dönemlerinin aynı zamanda sonraki dönemlerin kararlarını da içinde barındırdığı karar dönemleri olduğu görülür. Daha açık bir deyişle, insanlık değerleri mücadelesinde yaşanan kriz dönemleri aynı zamanda karar dönemleridir. Bu dönemlerde oluşturulan kararlar, tarihi ileriye taşıyan doğru kararlar olabileceği gibi, insanlığı yıkıma ve toptan yok olmaya sürükleyecek yanlış kararlar da olabilmektedir.

Örneğin, Hitler Faşizminin ortaya çıkışı ve yükselişi Alman halkının yanlış kararıydı ve çok büyük acılara mal oldu. Diğer yandan, 1917 Ekim Devrimi ise Çarlık Rusya’sında yaşayan halkların doğru bir kararıydı ve insanlık hazinesine çok önemli değerler katmayı başardı.

Dünya da bugün kapitalizm çok ciddi bir kriz içerisindedir. Bu krizden kapitalist yöntemlerle kurtulma alternatiflerinin sayısı her geçen gün biraz daha azalmaktadır. Bu nedenle, içinden geçtiğimiz dönem de alınacak kararlar, sadece 21. yüzyılı değil, bütün bir insanlığın geleceğini de tayin edebilir.

Krizlerin derinleştiği ve sorunların karmaşıklaştığı dönemlerde Marksizm’in yol göstericiliğine duyulan ihtiyaç daha da artar.

Marksizm, insanlığın bütün sorunlarına eğildiği gibi, daha karmaşık problemlerin çözümünü kendine konu edindiği ölçüde de somuta indirgenme ve giderek geliştirilme olgusu ağırlık kazanır. Hayatın canlı pratiği içinde, doğru bir yöntem dâhilinde müdahale edilen sorunlar ve geliştirilen çözümler, Marksizm’in gelişmesine katkıda bulunurken; insanlığın kurtuluş sürecini hızlandırır ve özgür bir dünya kurma seçeneğini de güçlendirir. Diğer yandan, yanlış yöntemler üzerine kurulan bir pratik, bilim yolundan sapmanın önünü açarken, Marksist dünya görüşüne ve dolayısıyla sosyalizm projesine de büyük zararlar verir.

Marksizm, ona düşman olanların ileri sürdüğü gibi, olay ve olgulara dair hazır çözümler içeren bir reçeteler yığını değildir. Kapitalizmin ideologlarının iddia ettikleri şekilde, modası geçmiş ve tarihin çöplüğüne atılmış düşünceler yığını da değildir. Bilimsel yönteme dayalı olarak “somutun somut tahlili” Marksizm’in en temel ilkesidir.

Marksizm insanlara hayali kurtuluş reçeteleri sunmaz; dinlerin, sapkın ideolojilerin ve kapitalist-emperyalist sistemin yaptığı gibi, boş vaatlerde bulunarak insanları peşinden koşturmaz. İddia edildiği gibi dogmalar yığını da değildir. Hayatın kendi içinden oluşturur çözümlerini. Marks ve Engels’in 18.yüzyılın ortalarında derli toplu ve bütünlüklü bir biçimde formüle ettikleri Diyalektik ve Tarihsel Materyalist yöntem, doğru kullanıldığı takdirde, insanlığın bugünkü sorunlarına da doğru çözümler üreteceği yadsınamaz bir gerçektir.

Marksizm, ”yığınların kendi somut çıkarları uğruna savaşımlarının tarihi ilerletebileceğini ve emeğin sömürüsünü ortadan kaldırabileceğini” göstermektedir bize.(Bkz. Alman İdeolojisi, Önsöz)

Bugün, ”Marksizm’in kriz yaşadığı” tezi, bilinçli düşmanlık yapanların ve karşı devrimi savunanların dışındakiler için aslında, onu hayata geçirmek istememelerinden ve mücadele kaçkınlığı yapmalarından kaynaklanmaktadır. Nitekim 1990 sonrası yaşanan “Tartışma Süreci” sonucunda ortaya çıkan “yasal parti” kararı da böylesi bir karışık ve ikircikli ruh halinin ürünüydü. Bu kararda inisiyatif sahibi olan çevre ve kişilikler, kendi ihtiyaçlarını ülkemizde ki sınıflar mücadelesinin ve toplumsal muhalefetin ihtiyacıymış gibi teorize ederek yasal parti örgütlenmesinde karar kıldılar ve devrimci hareketin potansiyellerinde büyük bir kırılmanın ve dejenerasyonun yaşanmasına neden oldular.

Sonraki süreçte, bu kesimlerin yenilgili ruh hallerinin belirleyici etkisi altında politika yapmaya çalışıldı. Bu kesimlerin yaşadığı krizin Marksizm’in krizi gibi gösterilmek istenmesiyle bağlantılı gelişen sürecin nasıl bir noktada seyrettiğini bugün hepimiz bilmekteyiz.

Oysa gerçekte yaşanan kriz, Sovyetler Birliği ortadan kalkmış olsa da Marksizm’in kendisinin değil, kendilerini Marksist olarak tanımlayan uygulayıcılarının kriziydi.

Türkiye Sol’unda ciddi anlamda bir “geçmişi anlamama” sorunu vardır. “Geçmişi anlamayanlar, onu yeniden yaşamaya mahkûmdurlar.” diyordu Irwin Silber. Geçmişi anlama konusunda her hangi bir çaba gösterilmediğinden, yanlışlar konusunda da ciddi bir tekrar içine düşülmüş durumdadır. Her çevre, örgüt, parti vb. bulundukları yerden geçmiş değerlendirmesi yaparken, aynı zamanda kendi resmi tarihlerini de oluşturdular. Bu tarih, özeleştiriden uzak, ajitatif güzellemeler ağırlıklı kuru bir tarihti. Egemenlerin resmi tarihlerini haklı olarak eleştiren sol, sosyalist, devrimci çevreler, tarihin garip bir ironisi olsa gerek, eleştirdikleri yanlışa kendi cephelerinde düştüler. Geçmişte yaşanan mücadele deneyimlerini bugüne iz düşürebilme ve bu tarihi zenginleştirme yerine, tarihsel olarak yüklenilen misyona ters bir noktada kapalı alanlar oluşturdular. Toplumsal muhalefet ve mücadelenin nabzının attığı yerler değildi bu alanlar; bir tür toplumsal “ölü bölge”lerdi. Yaşamın dışında, “az olsun, benim olsun” yaklaşımı, özellikle 12 Eylül Askeri Faşist darbesi sonrası Türkiye Sol Hareketinde yaygın bir anlayış haline gelirken, “politik samimiyetsizlik” diyebileceğimiz, hedeflenenin uzağında hareket etmek gibi bir hastalık da ortaya çıktı. Misyonlarına uygun bir gelişme sağlayamayan politik yapılanmaların varlıklarında ısrar etmeleri, Türkiye’de toplumsal muhalefetin ufalanmasına ve mücadelenin de dibe vurmasına neden oldu. Solun kitleselleşememesinin en önemli nedenlerinden biri budur.

Senegal Bağımsızlık ve İşçi Partisi Sekreteri Amath Dansökko bir konuşmasında şöyle diyordu: “Tarih, yanlış sloganlarla ya da gerçekliğin yanlış algılanmasıyla hareket eden bizim gibi büyük ölçekli politik hareketleri affetmez.”

Ülkemiz açısından bakıldığında, “Tartışma Süreci” kararı ve sonrası dönem aynen bu şekilde işledi. Özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılması ve sosyalizmin Sovyet Deneyiminin ortadan kalkmasıyla birlikte karışan kafalar, solun geniş kesimlerinin “yanlış sloganlarla ya da gerçekliğin yanlış algılanmasıyla” hareket etmelerine neden oldu. Bundan dolayı tarih, Türkiye Solunu ve devrimci hareketlerini affetmedi.

Sovyet Sosyalizminin yıkılışının dünyaya ve insanlığa neler kaybettirdiği bugün daha net anlaşılmaktadır. Örneğin bugün, saldırgan ABD emperyalizmini askeri anlamda dengeleyecek ya da frenleyecek bir güç bulunmamaktadır. Sovyetler Birliği’nde Sosyalizm adına yetmiş yıllık uygulamaların birçok eksiği olduğu bir gerçektir. Bunu reddetmenin bir anlamı da yoktur ancak bu eleştiriler yapılırken yetmiş yıllık deneyimde sosyalizm adına hiçbir güzelliğin ve olumluluğun ortaya çıkmadığını söylemek de abestir.

Solun bu topraklarda tekrar umut olması, sosyalizm konusunda ısrarcı olmaktan geçmektedir. Sosyalizm kavramının önüne ya da arkasına ekler getirmeden yapmak gerekiyor bunu. Bu ısrarı, bugün var olan çevrelerle, anlayışlarla ve yaklaşımlarla sürdürmek imkânsızdır.

Adorno, “aydın için, kültür alanında bile artık hiçbir sabit, garantili kategori kalmamıştır’” diyor ve ekliyor; “günün hayhuyu da binlerce talebiyle zihinsel yoğunlaşmaya müdahale etmektedir, bu yüzden bugün biraz olsun kayda değer bir şeyler ortaya koyabilmek için harcanması gereken çaba neredeyse hiç kimsenin altından kalkamayacağı kadar ağırlaşmıştır.”

Bu değerlendirmenin içine “politika kültürü”nü de sokabiliriz. Türkiye’de genel olarak solun politika kültüründe, genel doğrular ve stratejiler dışında sabit, garantili vb. hiçbir kategori kalmamıştır. Bu yüzden, düşünen, teori üreten ve örgütlü mücadele içinde ısrarcı olanlar standartlarını düşürmüş durumdalar. Uyumluluk basıncı, her toplumsal alan, parti, kurum, birey vb. üzerinde etkisini göstermektedir. Bir farklılık yaratmayan siyaset ve siyaset dili, kuşkusuz hedef kitlesine ulaşmada başarısız olmaktadır.

İçinden geçtiğimiz dönemin en önemli sorunu, insanın, insani birikimler, değerler ve düşünce sistematikleri açısından bir çözülme sürecine girmiş olmasıdır. Bu belirleme, insanların öznesi oldukları parti, örgüt ve politikalar için de geçerlidir. Bunu engellemenin yolu, başta aydınlar olmak üzere bütün toplumsal öznelerin (bunun içine sol, sosyalist örgüt ve yapılanmalar da dahildir) düşünsel öz disiplinlerinde ortaya çıkan çözülme ve erozyonu durdurmaktan geçmektedir

Marks’ın, 11. Tez’inde söylediği şey bugün bu krizi yaratanlar ve ne yapılması gerektiği üzerine kafa yoranlar için yine geçerlidir.
“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” Bu değişimi yaratmanın yolu, Marksizm’in geçmişte söyledikleri ve bugünü de açıklayan çözümlemelerini yaşadığımız döneme iz düşürebilmektir. Dolayısıyla, bugünü anlamanın ve insanlığın geleceği için yeni çözümler üretmenin yolu, Marksizm’i tekrar yeni baştan gözden geçirerek, kavrayarak ve katkı koyarak bugüne uyarlamaktan geçmektedir. Böylece kriz, tıkanıklık, depolitizasyon vb. şeylere sığınarak kıvırtmanın, sınıflar mücadelesi dışına kaçmanın hiçbir geçerli nedeni olamaz.

Sosyalizme bugün, her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulan bir dönemden geçmektedir insanlık. Bize düşen görev, Marksizm’e sahip çıkarak insanlığın sosyalizm düşünü gerçeğe çevirmek için mücadele etmektir. Eduardo Galeano’nun dediği gibi; “Şimdi yeni baştan başlamalıyız; adım adım, kendi bedenlerimiz dışında hiçbir kalkana sığınmadan. Keşfetmek, yaratmak ve hayal etmek gerekiyor. Bugün düş kurmak her zamankinden daha gerekli. İnsanlığın bencilliğe ve iğrenç bir biçimde para peşinden koşmaya mahkûm olmadığına, sosyalizmin ölmediğine inanan birinin iddiasıdır bu… Bir dinozorun! ”

(Mehmet Ali Yazıcı/2005)

Mehmet Ali YAZICI

Paylaşalım