İkiyken Tek Olabilmektir Aşk!
Aşkın unutulduğu; sevginin, sınırsızca verme isteğinin ve paylaşmanın yerine çıkar ilişkilerinin geçtiği bir dönemde nedir aşk? Ya da insanlık kendine özgü, başka canlılarda olmayan özelliklerden vaz mi geçiyor? Aşk da bunlardan biri mi? İnsana ait olduğunu bildiğimiz halde neden sahip çıkmıyoruz aşka? Neden hep bize ait olmayan, insanın doğasına aykırı olan, insanı güzelleştiren değil; çürüten, çirkinleştiren, yozlaştıran değer(sizlik)lere sahip çıkıyor, benimsiyoruz? Bunların peşinden koşuyoruz bir ömür. İnsanın en önemli özelliklerinden ve insana yakışan bir güzellik olduğuna göre, öyleyse nedir aşk?
Hermann Hesse bir yazısında aşk üzerine şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bir bütün olarak çağımıza inancım azaldıkça, insanlığı düşmüş ve kurumuş gördükçe, bu çöküşün karşısına devrimi daha az koyar oldum; ama aşkın büyüsüne olan inancım daha da artıyor.”
Yarınlara giden yolda, geleceğe uzanan bir umudun adıdır aşk. Bütün zorlukları, engelleri barındırır içinde. Bütün çelişkileri, ak ile kara gibi, ölümle yaşam gibi, son ile başlangıç gibi… İnsanın gözünden süzülerek akan yaşın yüzünü gıdıklayıp güldürmesi gibidir aşk. Ağrılarıyla, sızılarıyla ayakta kalabilenlerin ve yürümeye çalışanların işidir. Bunun için de her insan aşık olamaz. İçinde hüznü ve umudu taşır, umutsuzluğu da… Bazen umut sırtlar umutsuzluğu, bazen umutsuzluk gölgeler umudu. Çok keskin ayrılıklar yoktur, anlayamaz insan ne zaman ne olduğunu; gülerken ağlamak gibi bir şeydir aşkın ruh hali. Onun için aşk anlatılamaz, sadece yaşanır.
Aşkın öznesi değişebilir; ama insan yaşamında ki bütün güzelliklerin genel adıdır aşk. Farklı isimler alabilir, değişik içeriklere bürünebilir. Doğa aşkı, yurt aşkı, karşı cins aşkı, sanat aşkı, meslek aşkı vb. gibi.
Aşk, sadıktır insana. Aldatıldığında, aşağılandığında küsmez. Arkasını dönerek çekip gitmez. Kaybettiğini kabul eder, aşkından vazgeçen insanın yerine üzülür. Aşkta aldatılan, vazgeçilen karşıda duran değildir. Kişi yârini, dostunu, arkadaşını, uğrunda dövüştüğü davasını aldatamaz. Ama kendini aldatabilir. Dünyanın en kolay, en zahmetsiz işidir bir insanın kendini aldatması. Aşık olmadığı halde, öyleymiş gibi davranarak yapar bunu. Nice insan yaşamıştır bu durumu. Ve sonunda aşkın öznesi kaybedilir. Aşk, maskelerin uyumlu dansını uzun süre kaldırmaz.
Aşk tanımlan(a)maz, sınırlar çizmez, önceden belirlenmiş kalıplara dökmez kendini. Sorumlu bir özgürlük ister; ulaştıkça kendine yeni ufuklar çizer, yeni açılımlar, yeni paylaşımlar, yeni perspektifler geliştirir. Afacan bir çocuk gibi yerinde dur(a) maz, ulaştığıyla yetinmez, onun için hep “aç” olandır aşk.
Aşk öğrenilmez, öğretilemez, sadece yaşanır. Ve ancak yaşanılanlar kavramlaştırılıp aşk tanımlanmaya çalışılır. Bunun için tek bir “durum” değildir aşk ve tek bir tanıma asla sığmaz/sığdırılamaz. Kişiden kişiye değişir. Farklı düşünce akımları farklı tanımlar getirirler aşka! En güzeli, emek isteyeni ve emek verilenidir. Emekle, sabırla yaratılanı, ilmek ilmek işleneni kolayca terk etmez, onu üreteni.
Aşk sabır işidir ve paylaşımcıdır. Bencillik aşkın düşmanıdır. Aşkla bencillik aynı bedende bir arada duramaz. Aşk; karşılık beklemeden verebilme pratikte yaşanırken, karşılıklı sonsuz beklentiler, özverili tutumlar isteyen çoğaltımcı bir süreçtir. Bu durum çoğu zaman çelişkiymiş gibi çıkar karşısına insanın; çelişkidir de. Ancak karşılık beklememe ve sonsuz beklenti çelişkisi bir kez aşıldı mı, artık hiçbir kuvvet onun gelişiminin önüne geçemez. Bu boy atmanın verdiği olağanüstü güç, kişiyi daha yüksek üretim ve paylaşıma sevk eder. Kendini yeniler, her gün yeni bir “karşılaşma” oluşturur ve daha da güzelleşir. Yeni çelişkileri çözme potansiyeli artık mevcuttur. Bu süreklilik yaşanılan ilişkiye her yeni gelişmeyle olumlu yönde bir boy attırır. Bu nedenle statik bir durum değildir aşk, dinamiktir. Hele alışkanlık, bezginlik ve katlanmak hiç değildir.
Aşkın alışkanlığa tahammülü yoktur. Elimize aldığımız bir çiçeği hemen koklamak için burnumuza götürmemiz alışkanlıktır; aşk değil. Sıkıntılı bir anda bir dostumuzu aramamız alışkanlıktır; aşk değil. Sevdiğimiz insanla ihtiyaç duyduğumuz anda yan yana gelme isteğimiz alışkanlıktır; aşk değil. Alışkanlıkların bitmesi bazen “bir aşkın bitişi” olarak tanımlanır. Oysa aşk bitmez bir şeydir eğer aşksa, biten olsa olsa alışkanlıklardır.
Aşk çocuk gibidir. Kırılgan, çabuk kahreden ve alıngandır. Bir o kadar da ihtiyardır. İnsanlık tarihinin biriktirdiklerini inkâr etmez. Bu birikim ve yaşanmışlıklara yeni ve güzel şeyler katabilmek için çaba harcar. Aşk, bizi bizden daha iyi anlar ve yaşantılarımıza güç katar.
Aşk emek ister. İlk bakış, hoşlanma aşk değildir. Bazı sevgiler ya da karşındakinde yakaladığın olumlu özelliklere hayranlık aşk değildir. Aşk, çabadır, kafa yormaktır. Emek vermektir. Bir şeyde erime, farklılıklarını koruyarak ona katılma isteğidir. Küçük hesaplar, çapsız yaklaşımlarla örülemez aşkın kalesi. Büyüklük ister, olgunluk ve samimiyet ister, güç ve çaba ister. Basit insanların kolayca ulaşabilecekleri bir zirve değildir aşk. Bedel ödemeyi, gerekiyorsa kaybetmeyi göze alabilmektir. Canımızı pazarda bulmuş gibi ortaya koyabilmek, bütün zorluk ve sıkıntılar karşısında “ben önde olacağım” diyebilmektir. Aşk, hiçbir çıkar gözetmeksizin, bir karşılık beklemeksizin kendimizi adayabilmektir. Öznesi değişebilir aşkın, aslolan engin bir adanma isteğidir. Ve yaşamın, yaşamı güzelleştirmenin kendisidir aşk.
Özgür bir kişilik aşkın olmazsa olmaz koşuludur. Özgür olmayan, kendi ayakları üzerinde duramayan bağımlı kişiliklerin aşkla arası iyi olamaz. Aşk, isyankârdır; kendine dayatılmak istenilene, yerleşik olana başkaldırır. Kendi yasalarını kendi bütünselliği içinde oluşturur. Hiçbir hazır-verili duruma itibar etmez. Hiçbir bedel ya da ceza onu geri döndüremez. Başkaldıran asi insanların işidir aşk.
Aşk, ikiyken tek, üçken tek, yüzken tek olabilmektir. Biz diyebilmektir! Biz diyebilmenin yolu ise benden kurtulmaktan geçer. Onun için aşk, bencil değil, paylaşımcıdır. Etkisi ve güzelliği de bir ömre değer.
Dağıstan’da Avarlar, hayatlarını istedikleri gibi yaşayamamış, sevgisiz bir ömür geçirip mutsuz şekilde ölüp giden insanların mezar taşlarına, “yüz yaşına kadar yaşadı ama bu dünyaya hiç gelmedi” diye yazarlarmış.
Yazıyı kelebeklerin öyküsüyle bitirelim.
Dört tane kelebek bir gün bir ateş görmüşler. Ateşin nasıl bir şey olduğunu merak edip öğrenmek istemişler. Birinci kelebek ateşe biraz yaklaşmış ve üzerinin pırıl pırıl aydınlandığını görmüş. Arkadaşlarının yanına gelmiş ve: “Bu ateş aydınlatıcı bir şey!” demiş.
İkinci kelebek bununla yetinmeyerek daha fazla şey öğrenmek istemiş. Biraz daha yaklaşmış ve ısındığını hissetmiş. Demiş ki: “Aynı zamanda bu ateş ısıtıcı bir şey!”
Üçüncü kelebek bu bilgilerle de yetinmemiş. Kanatları tutuşacak kadar yaklaşmış. Bir anda ateşin kanatlarını yaladığını hissetmiş ve yanmış kanatlarıyla geri dönmüş. “Ve bu ateş yakıcı bir şey!” demiş.
Sonuncu kelebek, “ben daha çok şey öğrenmek istiyorum!” demiş. Ateşe biraz yaklaşmış, aydınlandığını görmüş. Biraz daha yaklaşınca, ısındığını hissetmiş. Biraz daha yaklaşmış, ateş kanatlarını yakıp kavurmuş. Ve biraz daha yaklaştıktan sonra tamamen yanan kelebek ortadan kayboluvermiş. Ateşin gerçekten ne olduğunu belki bir tek o öğrenmiş ama geri dönüp söyleyememiş.
Çünkü o, ateşin içinde kaybolmuş ve bir şeyi ancak, kendini o şeye katan ve o şeyin içinde kaybolan bilebilirmiş!