İÇİMİZDEKİ DEVRİM!
Ursula Le Guin “Devrim Yapılmaz, Devrim Olunur!” diyor. Radikal bir temelde toplumsal ve siyasal bir dönüşüm olan devrimin özneleri olan insanlar için önemli bir durumu ifade etmektedir bu söz. Şimdiye kadar yaşanan devrimlerde ki deneyimler göstermiştir ki, üst yapıda ki radikal değişim ve dönüşümler kendi “insan tipi”ni yaratmayı başaramıyor.
Devrimi kaba bir bakışla sadece politik ve ekonomik bir düzenleme olarak görmüyorsak; insanın insanlaşması, özgürleşmesi, düşünsel ve duygusal davranışta nitelik olarak gelişmişliğe de ulaşma olarak görüyorsak, yaptığımız her şey de insan içinse; bir araya gelmede, ilişkilerde, paylaşımlarda, bir bütün olarak bu inceliği, derinliği ve farklılığı yakalamak zorundayız. Demek ki sadece devrimi yapmayı değil, devrim olmayı da öğrenmeliyiz.
Değişimi ve dönüşümü hedefleyen bir siyasal kültürün şekillendirdiği insan, “yeni insan”ı temsil edecektir. Yani, yaşamı bir bütün olarak kavrayan; bu bütün içerisinde “farklı duruşu”nu her alanda sergileyen, ortalamanın çok üzerinde, topluma örnek olmaya ve onu değiştirmeye çalışan insan. Bu duruşun, öznel olarak ilk şartı, samimiyet ve kendimizle ve yaptığımız işle barışık olabilmektir. “Yeni insan”ı önce kendi içimizde yaratmalıyız. Bu bir tür “iç devrim”dir. “Eski” ile “yeni”nin mücadelesinden doğar ve gelişir. İnsana dair bütün güzellikleri bünyesinde taşıyan “yeni insan”, kendi kültürünü ve yaşam anlayışını da yaratır.
Çoğu insan yaşamın aslında bir mücadele olduğunu kabul eder ve buna uygun yaşamaya çalışır. Sınıflı toplumlarda önemli bir gerçekliği ifade eder bu belirleme. Ama onun gereklerini hayatın içerisinde yerine getirdiğimiz kuşkuludur. Önümüze çıkan engellerle, bizleri kuşatan yaşam şartlarıyla mücadele ederken kendimizle yapmamız gereken mücadeleyi ya unutur ya da erteleriz. Yaşam içerisinde ciddi bir mücadeleye girebilmek için önce kendi kendimizle yaptığımız mücadeleyi başarıya ulaştırmamız gerekir. Kişinin ilk savaşı, ilk mücadelesi kendisiyle olmalıdır. Dışımızda duruyormuş gibi görünen kapitalist düzenin bizlere yansımalarını içimizden söküp atmanın yolu bundan geçmektedir.
Kendimize, topluma ve doğaya karşı yabancılaşmanın aşıldığı, sömürüsüz, baskısız, insanın insanca ve özgürce yaşadığı, sevgi üzerine kurulu bir toplumun değerlerini, kendi yaşamımızda, ilişki ve işleyişimizde yaratıp, içselleştirerek bir bütün olarak hayata geçirmek sanıldığı gibi zor değildir. Yeter ki bir yerlerden başlamasını bilelim. Eski yaşam anlayışlarımıza ve alışkanlıklarımıza karşı köklü bir tavır alabilelim.
İnsanlaşma değerlerini bir kültür haline getirmek; yaşam mücadelesi içerisinde, belli bir yaşam tarzıyla, belli ilişkiler sürecinde doğal hal aldırmak ve bunu belli alanlarda ete-kemiğe büründürmek mümkündür.
Her şeyden önce yeni bir kültür yaratmanın, sadece eski, geçmiş kültürü ortadan kaldırmak olmadığını belirtmek gerekiyor. İnsanın belli alışkanlıklardan kurtulması zordur. Eski ile yeninin çatışması belli bir dönem sürecektir. Bu süreçte bizleri güçlendirecek ve “yeni”nin doğmasını sağlayacak olan, bilinç alanımızda ki yaşanacak değişim, dönüşüm, gelişim ve birikimdir.
İnsanın en temel özelliği, bilindiği gibi toplumsal bir varlık olmasıdır. Verili bir sosyal yapının ve üretim ilişkilerinin içine doğar. Bilinci belirleyen toplumsal yapı ve ilişkiler olduğu için, yaşamın her evresinde kapitalist sistemin bilinçli ve örgütlü çabalarıyla düzen içine çekilmeye, orada tutulmaya çalışılır. Bir tür kuşatılmışlık altındadır birey. Kişiyi düzen içinde tutmak için atılan düğümler, oluşturulan bağlar sanıldığından çok daha güçlüdür ve kişinin tek başına mücadelesiyle bu çemberi yarabilmesi kolay değildir. Sistemden kopmanın ve özgürleşmenin tek yolu örgütlü bir yaşam tercihidir. “Yeni” insanın ortaya çıkması için kişisel çabaların anlamlı olacağı ancak nihai bir kurtuluş sağlamayacağı gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Sözü edilen “yeni insan” ve “yeni yaşam biçimi” kültürel bir yenilenme sorunudur. Bu süreç, daha önce inşa edilmiş yaşam biçimlerinin ve alışkanlıklarının üzerine inşa edilemeyeceğine göre, yenilenme süreci ikili bir boyut taşımak zorundadır.
Bu sürecin ilk adımını, kendi iç devrimimizi yaparak atabiliriz. Başka bir adlandırmayla, kendimizi silip-bozarak, yeniden yazmalı, yeniden kurmalıyız. Başka türlü olmak kesinlikle yerleşik alışkanlıklar, değer yargıları ve yaşam anlayışlarının aşılmasıyla mümkündür.
Kuşkusuz bu bir süreç sorunudur ve eskisi aşılırken yerine yeninin inşa edilmesi zaman alacaktır. Bu durumu mekanik bir süreç olarak da algılamamak gerekir; iç dünyamızda ve yaşam alanımızda eski ile yeninin çatışması zaman alacak, iç içe girmenin, yan yana bulunmanın da söz konusu olduğu bir dönem sonunda, “yeni insan”ın ve “yeni yaşam”ın nüveleri yavaş yavaş ortaya çıkacaktır.
İnsanlaşma sonlu bir süreç olmadığı gibi, gayri insanlaşmaya karşı mücadelenin dışında da değildir. Mao bir konuşmasında “yetmiş yaşıma geldim, içimde ki maymunla kaplan hala boğuşuyor” diyordu.
Kişinin kendini değiştirmeden, iç devrimini yapmadan dışa dönük daha büyük devrimlere girişmesi, toplumu ve başkalarını değiştirmeye çalışması asla başarı getirmez. Yaşam içerisinde gireceği her savaşı kaybeder ve başladığı yere geri döner. Bu nedenle yeni kişilik taşları çok sağlam bir şekilde örülmeli ve yaşamın içerisinde bir karşılığı olmalıdır. Kişinin savunduklarıyla yaşadıkları arasında ki açı küçüldükçe amaca yakınlaşmada başarıya ulaşılıyor demektir.
Kapitalizm, insanlığın binlerce yıldan bu yana yarattığı ve biriktirdiği insani bütün değerleri tehlikeye sokmuştur. Bugün insanlar sevgisizlik ve bencillik bataklığında debelenirken, bu boşluğu, sevginin sahte biçimleriyle doldurmaya çalışmaktadırlar. Koşulsuz bir insan sevgisi terk edilmiş, bunun yerine bencilce yaklaşımlar sevgi olarak kabul edilmiştir. Sevgi alanımız, çıkarlarımızla sınırlanmıştır.
Kapitalizm insanı birçok araçla denetim altında tutar ve ruhsal(içsel) dünyamız da dâhil bütünüyle teslim almaya çalışır. Bu durum, “modern insan”ın en büyük esareti ve en büyük trajedisidir. “Modern iktidar büyük gözaltıdır.” diyordu Michel Foucault. Bu gözaltı çoğu zaman devrimcileri de kuşatır ve sıradanlaştırır. Toplumsal yaşam ve ilişkilerde hiçbir farklılık yaratamayan insanların başkalarını etkilemesi mümkün değildir. Küçük hesaplar, gerek bireysel gerekse örgütsel ilişkilerde hiçbir zaman başarıya ulaşmaz.
Umut eden ve dünyayı değiştirmeye dair projeleri, özlemleri ve ütopyaları olan insanlar değişmeye, bu dünyaya başka bir gezegenden gelmiş gibi olmaya mecburdurlar. Yaşamlarımızı ve ilişkilerimizi güzelleştirmek, bu sistem içerisinde dahi olanaklıdır ve bizlerin elindedir. Yeter ki bunun için mücadele etmesini, iç devrimimizi yapmasını bilelim.
Neyse ki devrimci, sosyalist düşüncelere sahip insanlar daha avantajlı durumdadırlar, çünkü ellerinde referansları vardır. Onlara düşen ise “düşündükleri gibi yaşamak” için çaba sarf etmek ve düşünce ile pratik arasında oluşan açıyı, en azından küçültmeye çalışmaktır.