Ali Ekber KaypakkayaARŞİVEdebiyatSlider

Haydar: Kırılgan Bir Yaşamın Tragedyası

Hayatı günümüzün egemen kültürünün değer ölçütlerine vurduğumuzda, birçoğumuzun “başarısız” olduğu su götürmez bir gerçek. Bu değer sistemi içinde “başarmak” başarı mıdır, onu da enine boyuna irdelemek gerekir. Güç, kudret, erk kavramlarının karşısına zayıflığı koyduğumuzda zayıf olana acıma hissi uyanıyor belki bazılarında. Che Guevara Bolivya’da yürüttükleri gerilla savaşını anlattığı bir anısında Bolivyalı bir askere nişan aldığını 19-20 yaşlarındaki bu gence kıyamadığını, elinin tetiğe gitmediğini söylüyor. Bu onun zayıf yanı mıydı? Yoksa tam tersi mi?..

Ali Ekber KAYPAKKAYA

Ali Ekber KAYPAKKAYA

Mesela içi “kan ağlarken” gülümseyerek dolaşmak, mesela sevdiğin, aşık olduğun birine daha fazla acı çektirmemek için (ayrılmanın, tercih edilmemenin yarattığı değersizleşme hissini yaşamaya, uzun yıllar “hüzün” ve “melankoli”yle iç içe bir hayata yol açacağını bile bile) kurtarılacak bir şeyler kalmamışsa geriye, bırakıvermek ellerini; suçlamadan, yargılamadan… Bencillikten, mülk edinici sevdalardan (?) uzak; hükmedici dikey ilişkilerin ürünü kişilik bozukluğuyla malûl bir insan olmamak için -belki çaresizce, müspet bir sonuç alamayacağını bilerek- her türlü inceliği, duyarlığı yok eden, öğüten bir makinede (adına toplumsal-ekonomik sistem diyoruz) aykırı çark olmak… Kırılma pahasına…

Hayat ismini verdiğimiz anların toplamı, ne varoluşçuların iddia ettikleri gibi sadece seçimlerimizden oluşur ne de maddi yaşam koşullarının tek yönlü şekillendirmesinden. İkisinin arasında bir yerde cereyan eder kişisel yaşam hikayemiz: Maddi yaşam koşullarının genel sınırlarını çizdiği bir ortam içinde tercihlerimizin de etkili olduğu bir zaman aralığı… Çocukluk çağımda, olayların ve kişilerin buğulu bir pencereden zihnime yansıdığı, sürprizlerin ve mucizelerin sıkça yaşanmadığı bir dünyada, -gidenlerin bıraktığı boşlukları dolduramadığımdan olsa gerek- yaptığım veya yaptığımı düşündüğüm bütün yanlışların ayıklandığı ve hiç kimseyi kaybetmediğim bir yaşam kurgusunu içeren düşler kurardım. Varoluşçular kızacak ama önümdeki seçeneklerin azlığından mıdır nedir, yapmama veya başka şeyleri tercih etme seçeceğini de (nasıl olacaktı, onu da bilmiyorum) kullanabileceğim aklıma gelmedi hiç. Elbette seçeneklerimiz vardı, ama bu seçtiğimiz şeyler bile içine doğmuş olduğumuz dünyanın zorunluluklarının çerçevesini çizdiği seçeneklerdi.

Bu seçeneksizliğe ailemizden ilk itiraz edendi İbrahim. Gerçeklerle ütopyanın çatıştığı noktada, ayaklarını kendisini var eden topraklara sağlam basarak, “gerçek”lerin bir kader değil, değiştirilebilecek bir veri olduğunu gösterdi. Seçeneksizliğin duvarlarını yıkarak, hayallerimizin ve fikirlerimizin de dönüştürücü maddi bir güce dönüşebileceğinin örneklerini sergiledi kısa yaşam süresinde İbrahim. Sistem, savunduğu düşüncelere içtenlikle bağlı bu yorgunluk nedir bilmez genci yok etmeyi seçti. Çark kırıldı ama eğilmedi.

Evimizin büyük kardeşlerinden olması nedeniyle, İbrahim abimin tedrisatından ilk geçenlerdendi Haydar abim. Politik olarak İbrahim abim yetiştirmişti onu da. Düşünsel kavrayış gücü, sağlam mantık kurgusu ile ortamda ağırlığını hissettirir, işkembe-i kübradan atarak konuşanların foyasını hemen ortaya çıkarırdı.

Haydar Kaypakkaya (abim), çok iyi şiirler yazan, iyi saz ve mandolin çalan, keskin zekalı, öğrenim hayatında da -o yıllarda devletin ilgisini çekecek kadar- başarılı (Afşin Elbistan Termik Santralı’nın kuruluşunda görev almak ve eğitilmek için Almanya’ya gönderilen 5 kişilik bir öğrenci grubunun içindeydi). Teknik becerileri üst düzeydeydi. İbrahim abimin vurularak yaralı ele geçirildiğine ilişkin haberi Vita yağlarının teneke kutusu içine monte ettiği radyodan dinlemiştik. (Çocuktum o günlerde; hafızam beni yanıltmıyordur umarım.)

Kumral kıvırcık saçlı, beyaz tenliydi. Mahallenin ergen kızlarının bir çoğu ona ilgilerini açıkça belli ederlerdi. Ancak, abim gösterilen ilgiden utanır, yüzündeki beyazlık anında utanmanın mor renklerine dönüşürdü. Daha sonraki yıllarda “kız isteme ritüeli” içerik değiştirmiş, “oğlan isteme”ye dönüşmüştü. Kızlarına eş olarak Haydar abimi istiyorlardı. Oysa Haydar abim, teorik tartışmalarda, politik meselelerde -kırıcı ve sert olmasa da-, doğru bildiklerini ödünsüz düşüncelerinin savunusunu rahatça yapan dışa açık bir kişilik özelliği sergilemesine karşın, duygusal meselelerde aynı rahatlığı gösteremezdi.

Babam, İbrahim abimin yazdığı mektubu okuyup Diyarbakır Cezaevi’ne görüşüne gitmeden önce, Haydar abim ve okul arkadaşlarının gerçekleştirdikleri 19 Mayıs gösterilerini izlemişti. Tanıkların anlatımlarına göre, İbrahim, 17 Mayıs’ı 18’e bağlayan gece yarısı hücresinden alınıp götürüldüğünde ve babama ”oğlun intihar etti” diyerek parçalanmış bedenini verdikleri günlerde lisedeydi Haydar. Derdini içine atan kişilik yapısıyla, ülkenin ve ailemizin üzerinde dolaşan kara bulutlardan ziyadesiyle etkilenmişti. Özellikle termik santral kurmakla görevlendirildikleri Maraş bölgesinde politik olaylar sıcak çatışmalara evrilmiş, Maraş Katliamı’na giden yolun taşları hızla döşenmeye başlanmıştı. Haydar abime yönelik saldırı ve tehditler de artmış, başta işyeri yönetimi olmak üzere üzerindeki baskı yoğunlaşmıştı. Bu ağır ve güvensiz ortamın yükü, kırılgan bir yapıya sahip olan Haydar abimin üzerine çökmüş, yurt dışına gitme düşüncesi bu dönemde şekillenmişti..
Bu arayış sürecinde babamın bir arkadaşının baldızı ile tanıştırıldı. Bir süre sonra 1977 yılında Avusturalya’da hayatını kurmak üzere göçmen olmuş Fatma ile (eskiden Sıhhiye Köprüsü’nün yerinde bulunan) Ankara Belediyesi Zabıta Lokali’nde evlendiler ve kısa bir süre sonra Avusturalya’ya gittiler. Bir yıl sonra annemizi kaybettik kalp krizinden. Öldüğünde kırk yaşındaydı ve İbrahim abimin adını yaşatacak bir İbrahim dünyaya getirmek için 6 aylık hamileydi.

Haydar abim ve Fatma yengemin bir kız bir erkek iki çocuğu dünyaya geldi. 12 Eylül darbesi yapılmış, Kaypakkaya ailesinin bazı üyeleri yine işkencelerden geçirilip cezaevlerine gönderilirken, bazıları da yurt dışına mülteci olarak kaçmak zorunda bırakılmışlardı. Aile darmadağın olmuştu.
Bu ricat ve dağılma sürecinde başladı Haydar abimin psikolojik sorunları. Özünde sistem, başka bir şekilde, muhalif, duyarlı bir insanı daha sosyal hayatın dışına çıkarıyordu. Bir çark daha, (İbrahim Kaypakkaya’nın kardeşi olma vasfından dolayı) kendisinden beklenilen direnci göstermeden sistemin çarkları arasında tuzla buz oluyordu. Bir daha geri gelmemek üzere…

12 Eylül sonrasında birçoklarının yaptığı gibi, kendisine suya sabuna dokunmayan bir dünya oluşturabilirdi. Öyle yapmadı. Kaygıların ve travmaların tetiklediği zihinsel dünyası alt üst olup kendini dış dünyaya kapatana kadar politik ortamlarda yer almayı sürdürdü. Bu sürecin başında elinden tutacak, onu yok oluşun kısırdöngüsünden çekip alacak bir ilişkiler ağı olsaydı, bir dostu olsaydı, kurtulma şansı çok yüksekti.

Kurguladığı zihinsel dünya nasıl, bilmiyorum. Ama düşün dünyasının zenginliğini, sözcük dağarcığının boyutunu göz önüne aldığımda, son derece renkli, muhteşem bir dünya olacağını düşünüyorum. Onu korkuya, dehşete sürükleyen ne varsa, o varlığın bile çok boyutlu kurgusal bir varlık olacağını varsayıyorum. O eşsiz beyninin yaratacağı dünyanın da eşsiz olması gerektiğine inanıyorum.

Hastalığının en derin olduğu, varlığımızın farkında olmadığı zamanlardı; babam Türkiye’ye getirmişti tedavi olsun diye. O tedavi seanslarından sonra içindeki Haydar kısmen ortaya çıkardı ve beni ilk kez görmüş gibi sevinir, sorardı: “Bozkırlar bir kıvılcımla tutuşacak denli kurudu mu?” Sonra gülerdi. Hazin bir gülüştü bu. Dünyanın bütün bozkırları kurusa da, sistem kendisini yeniden üretmek için çeşitli mekanizmalar üretirken, bozkırlarda çıkan yangınlara şerbetli bir yapıya dönüşüp, müdahalelerinde giderek daha sonuç alıcı adımlar atarken, bu şekliyle yangınlardan olumlu bir sonuç alınmasının imkansız olduğunu ve bunu örgütleyecek bir yapının dünya genelinde henüz kendisini var edemediğini nasıl söyleyebilirdim ona. “Bozkırlar büyük yangınlar için yeterince kurumuş; durum iyi” demekten başka.

Gençlik dönemlerinden tanıdığım, güler yüzlü, zeki, gözlerinden sevecenlik akan Haydar, derinlerde bir yerde… Ona acımayın, insanlığa, duyarlığa acınmaz; o duyarlı bir insan olmanın bedelini ödüyor. Bu vasıflara sahip insanlara acınmaz. Ayakta alkışlanır. Bu bir zayıflık değildir. Herkesin zırhlarıyla, kişiliklerinin çevresine ördükleri kalelerinde savaştıkları bir dünyada, savunmasız-zırhsız savaşmanın bedelidir yaşarken paramparça olmak. Yaptıklarından sorumlu olmadığı bir dönemin eylemleriyle yargılamayın. Ayağa kalkın ve selam durun; kendini ve geçmişini inkar etmek yerine, bunu yapamadığı için, karakteri elvermediği için yaşarken hayatını dinamitleyen kırılgan bir insana…

Evet egemen kültürün “başarı”lı insanlarından değil o. Mevcut toplumsal ekonomik sistemin içinde başarılı olanların da ne kadar “insan” olduğunu sorgulamak, tartışmak gerekmiyor mu? Kendi bireysel kurtuluşlarından ötesini düşünmeyenlerin “başarı”sını…

Onu -içindeki Haydar’ı- bir daha göremeyeceğimi biliyorum. YAŞARKEN BİR İNSAN ÖLÜ OLABİLİR Mİ? YAŞARKEN BİR İNSAN ÖZLENİR Mİ? BEN ÖZLÜYORUM…

Ali Ekber KAYPAKKAYA – 9 Nisan Cumartesi

Ali Ekber KAYPAKKAYA

Paylaşalım