ARŞİVMehmet Ali YAZICI

FİLİSTİN SORUNU YA DA BİR HALKIN ACI DOLU DRAMI

(Dünüyle İsrail)

Filistin halkının trajedisi ya da Filistin sorunu hem tarihsel olarak hem de bugünkü şekliyle ele alındığında dünyadaki genel gelişmelerden ve paylaşım hesaplarından bağımsız değildir. Özünde ise bir Ortadoğu sorunudur. Bu nedenle Filistin sorununun çözümü ancak, Ortadoğu’daki toplumsal ve siyasal sorunların çözümüyle mümkündür.

Ortadoğu topraklarının emperyalist güçler için önemi öteden beri biliniyor. 1981 rakamlarına göre ABD petrol ihtiyacının %35´ını, İngiltere %66´sını, Almanya %25´ını, Fransa %55´ını, İtalya %64´ünü bu bölgeden sağlıyor. Bu rakamlar beş büyük emperyalist devletin petrol ihtiyacının yaklaşık %50´si eder. Hatta bazı kaynaklara göre bu oran Avrupa için %60´dır. Bu önemden dolayı Filistin sorunu da genel olarak Ortadoğu sorunundan bağımsız olarak ele alınamaz. Ortadoğu sorunu denildiğinde de birçok devleti ve halkı kapsayan geniş bir bölgeye içerilmiş oluyor.

1990´lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Doğu Bloğunun dağılmasıyla birlikte, emperyalist güçlerin dünya hegemonyası ve bölüşümünün adı “Globalleşme” ve “Yeni Dünya Düzeni” oldu. “Komünizmin başaramadığını kapitalizm başardı” denilerek “barış içinde bir arada yaşayan dünya” sözü veriliyor ve “küreselleşme”, dünya halklarının bütünleşmesi olarak tanımlanıyordu. Aradan otuz yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen, dünyada olumlu anlamda değişen bir şey yok. Yaşananlar “Yeni Dünya Düzeni” tezlerini çürüttü. Bölgesel savaşlar olduğu gibi sürdü ve hatta bunlara yenileri eklendi. ABD’nin Irak ve Afganistan işgali, Filistin-İsrail çatışması ve İsrail’in Filistin işgali devam etti.

ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni (YDD)” tanımı çerçevesinde emperyalistlerin ve onların Ortadoğu´daki çıkarlarının bekçiliğini yapan İsrail lehine oluşturulan politikalar devam etti. ABD, İsrail saldırganlığının akıl hocası olmaya ve ekonomik, askeri alanda desteklemeyi sürdürdü. “Yeni Düzen” denen dönemde İsrail´in pozisyonu ve misyonu değişmedi.

İsrail askeri istihbaratının eski başkanlarından emekli General Şlomo Gazit, Sovyetler Birliği´nin çöküşü ve Yeni Dünya Düzeninin ortaya çıkmaya başlamasıyla, bölge için İsrail´in görev ve misyonunun değişmediğini belirterek şunları söylüyordu: “İsrail´in temel görevi hiç de değişmiş değil ve hala çok büyük bir önem taşır. Müslüman Arap Ortadoğu´nun merkezinde yer alması nedeniyle, İsrail´in alınyazısı, çevresindeki tüm ülkelerin istikrarına adanmış bir muhafız olmaktır. (Rolü) mevcut rejimleri korumak; radikalleşme sürecini önlemek ya da durdurmak ve fundamentalist bağnazlıkların genişlemesinin önüne geçmektir.”

Bilindiği gibi, İsrail Likud Partisi Lideri Şaron´un 28 Eylül 2000´de, Müslümanlar için kutsal sayılan Haremüşşerif´e beklenmeyen ziyareti(!) işgal altındaki Filistin topraklarında yeniden bir başkaldırı dalgasını tetiklemişti. Şaron´un bu davranışı bilinçli ve sonuçları kestirilen bir provokasyondu. Bu hareket, sonradan gelişecek olan saldırı ve katliamların habercisiydi. Yüzlerce Filistinli öldürüldü. İsrail askeri ve polisi, planlı katliamlara girişti. Filistin topraklarında yeni yerleşim alanları kuruldu. O dönem de ABD emperyalizminin denetiminde kotarılmaya çalışılan sözde barış süreci de böylelikle sona ermiş oldu.

Bu girişten sonra, bu yazıda asıl amacımız Filistin´in işgali ve İsrail devletinin kuruluşu tarihi üzerinde durmaktır.

Filistin´in eski adı Kenan´dır. Tufan öyküsünde geçen Nuh´un torunu Kenan´dan gelen kabilelerin Doğu Akdeniz kıyılarına yerleşmelerinden gelir. Bu kabileler tarihte, “Kenaniler” diye anılırlar. Tekvin´de bölgenin o zamanki sınırlarıyla birlikte bu yerleşme olayı ve kabilelerin bölgeye yayılması da uzun uzun anlatılmaktadır.

Yahudi halkının Filistin´i yurt tutma mücadelesi çok eskilere dayanır. Bu mücadele Tekvin´de şöyle yer almaktadır: “Ve Rab, Abram´a dedi, memleketinden ve akrabalarının yanından ve babanın evinden, sana gösterdiğim memlekete git ve seni büyük bir millet kılacağım.” Burada Rab’bın gösterdiği yer Filistin´dir. Tevrat´ın hemen her sayfası Filistinlileri aşağılayan sözlerle doludur.

Mısır göçüne önderlik eden Musa, Rab´bın kendisine göründüğünü iddia ederek halkına şöyle seslenir: “Ve Rab dedi, Mısır´da olan kavmin sıkıntısını gördüm ve angarya memurlarının yüzünden onların feryadını işittim. Çünkü onların acılarını bilirim ve onları Mısırlıların elinden kurtarmak için ve onları iyi ve geniş bir diyara, Kenanlı ve Hitit ve Amori ve Perizzi ve Hivi ve Yebusiler´in yerine çıkarmak için indim.”

Bütün bu anlatımlar Yahudilerin toprak mücadelesinin tarihi köklerini ve dini temellerini anlamamız açısından önemlidir. Bugünkü çatışmaların ve var olan tarihi husumetin ne kadar eskilere dayandığını da göstermektedir. Yahudilerin Filistin topraklarını yurt edinme mücadelesinin dini-ideolojik kaynakları ve kararlı mücadeleleri buralardan beslenmektedir.

Siyonizm, bu dini metin ve söylenceleri istismar ederek bir ideolojik dava yaratmada, emperyalist güçlerin de desteğini alarak başarıya ulaşmıştır. Her şey Filistin halkını ortadan kaldırmak ve Filistin topraklarını yurt edinmek içindir. Bu idealin dinsel

temelleri vardır ve Filistin, Yahudi halkı için “kutsal topraklar” olarak kabul edilmektedir.

İnsanlığı etkileyen üç büyük dinden ikisi (Yahudilik ve Hıristiyanlık) bu bölgede ortaya çıkmıştır. Batı feodalizminin çökme belirtileri gösterdiği dönemlerde sistemi ayakta tutma çabalarından biri de doğuya yayılmadır. Haçlı Seferleri bunun için düzenlenmiştir. Bu yayılma politikasının dinsel temelleri de vardır ve “kutsal toprakları ele geçirme” sloganında kendini ifade eder. Yahudi kitleleri de bu şekilde etkilemeye çalışır.

Diğer bir önemli nokta ise Yahudiliğin bir kavime, tek bir millete has ırksal bir din olmasıdır. Bu, aynı zamanda bir “millî ideoloji” gibidir. Bu durum, tarihsel süreç içerisinde Yahudi halkı üzerinde hep bir gerilim kaynağı olmuştur. Aslında bu karakteristikler Yahudi halkının felaket tarihini de oluşturmuştur. Göçler, sürgünler ve en son Nazi vahşeti ve soykırımıyla doruğa çıkan bu tarih, İsrail adı altında siyasal birliğini sağlayıp devletleşen Yahudileri dehşetli bir merhametsizliğe itmiştir. Filistin halkı üzerinde geliştirilen vahşet örnekleri, olumsuz anlamda bu tepkinin psikolojik olarak dışavurumundan başka bir şey değildir.

Kitab-ı Mukaddes, yaklaşık olarak 2000 yıl Yahudi kimliğini ayakta tutmayı başarmıştır. Devletsiz ve dağınık bir şekilde “birlikte hareket” etmeyi inançları sayesinde öğrenmiş ve gerçekleştirmişlerdir. Örneğin, birbirlerinin yüzünü bir kez bile görmeleri mümkün olmayan Rusya’daki Yahudiler ile İspanya’daki Yahudileri birbirlerine bağlayan Kitab-i Mukaddes’te sözü geçen vaatlerdir. “Vaat edilmiş topraklar” Yahudiler için yüzyıllar boyu manevi bağlarla bağlı kaldıkları kutsal bir adak olmuştur.

Yahudi ideallerinin toplamını ifade eden “Siyonizm” kavramı, Siyon´dan gelmektedir. Tarihsel olarak Siyon, sonradan Kudüs denecek kente ait olan tepelerden Jebuistler tarafından tahkim edilmiş birinin adıdır. Böylece Siyon, Yahudiler için önce tüm Kudüs kentini, daha sonra tüm Filistin´i ve nihayet K´hal Adattı Yısra´el, yani İsrail ya da tüm Yahudi topluluğunu edebi bir biçimde tanımlamak için kullanılan bir kelime olmuştur.

Siyonizm bir Yahudi hareketidir. Önderleri ve izleyicileri tarafından Yahudiler diye bilinen toplumun ayrı ulusal bir halk olarak egemen bir siyasal birim biçiminde Filistin´e “yeniden” yerleşmesini savunur. Çünkü Yahudiler Filistin topraklarının daha önce kendi vatanları olduğunu iddia ederler. Siyonizm’i bu anlamda ilk kez 1830 yılında Nathan Biranbaum kullanmıştır. 1896´dan bu yana ise Siyonizm terimi Filistin´de “Yahudi Ulusal Yurdu” kurulması hedefi ile Theodor Herzl tarafından geliştirilen siyasal akım içinde kullanılagelmiştir. Herzl öylesine bir ırkçı tutum içerisindeydi ki, Yahudiler için, “dehaları (ancak) yalnızca Filistin´de açığa çıkabilecek bir ırk” diyordu.

1903 yılında VI.Siyonist Kongre Basel´de yapıldı. Bu kongrede kesin bir biçimde Filistin toprağı hedefleniyor, Yahudi devletinin sınırları çiziliyor ve buraya ulaşmak için stratejiler belirleniyordu. Hedef, “kuzey sınırı Türkiye´de Ürgüp´e bakan dağlar, güney sınırı Süveyş kanalı ya da Mısır ırmağından Fırat´a kadar olan topraklar”dır.

BM´nin 29 Kasım 1947´de Filistin toprakları için aldığı karar çok önemlidir. Henüz İsrail devleti kurulmamışken BM, Filistin için üçlü bir karar alıyor ve Filistin´i resmen üçe bölüyordu.

1-Kudüs, Bethlehem ve çevresi: Bu bölge uluslararası bir yönetime bırakılıyordu.

2-Yahudilere verilen bölge: Aslında Yahudi nüfusun elinde o zaman toplam toprakların %7´si varken ve nüfus olarak Yahudiler toplam içinde üçte bir iken, BM toplam toprakların -kıyı kesimi ve en verimli kesimler olarak- %57´sini Yahudilere veriyordu.

3-Araplara bırakılan bölge: Bu bölge iki parça halindeydi. Ortasından İsrail’in Akabe Körfezi´ne ulaşması için ikinci bir deniz çıkışı yer almaktaydı.

BM´de yer alan emperyalist güçler bu bölünmüşlükten doğacak durumun aşılması için bir mücadelenin başlayacağını kestiriyorlardı. Bu yüzden de kukla şeyhlerin, petrol krallarının oligarşik egemenlikleriyle parçalanmış bir Ortadoğu´nun bağrına doğrudan doğruya kendilerine bağlı olan İsrail´i, orada, bölgedeki eşitsiz güçler dengesinden yararlanarak saplamayı başardılar. Bölünmenin sonuçları ve İsrail devleti´nin insanlık dışı icraatları hâlâ da bütün vahametiyle sürüp gidiyor.

Geçerken Siyonizm’in ve Siyonist eylemin bütün Yahudiler tarafından benimsenmediğini belirtelim. Siyonizm’e karşı gelişen anti-Siyonist hareket de Siyonist Yahudilerin çabaları kadar eskidir. Siyonizm’e ve Siyonist eyleme karşı çıkışlar gene dine dayalı bir savunma girişimleri olsalar da ve sonunda etkisiz kalsalar da ciddi çabalar içeriyordu. Bu çevreler 1912´de Agutadh İsrail´i kurdular. Fakat bu örgüt daha sonraları Siyonizm’le uzlaştı. Bu uzlaşmayı kabul etmeyip direnen önderleri katledildi. Sonradan bu anlamda siyaset izleyen bir örgüt olan Neturci Karta kuruldu, fakat o da etkisiz oldu. Bu örgütlere genellikle Hahamlar önderlik ediyorlardı ve Yahudi ideallerine karşı itirazları şuydu: “Mesih´in gelişinden önce bir Yahudi devleti kurmak rezalet ve ahlaksızlıktır.”

Siyonizm’e karşı bugün de İsrail´de çok ciddi bir potansiyel mevcuttur. Savaş karşıtlığı ekseninde örgütlenme çabası içerisindedir. Önemli bir nokta da (bu bütün ülkeler için geçerlidir), bir ülkenin halkıyla o ülkeyi yönetenleri ve mevcut resmi politikaların karıştırılmaması gerektiğidir.

İsrail 1948´de kurulduktan sonra emperyalist güçler tarafından yoğun bir koruma altına alındı ve ilk tanıyan ülke ABD oldu. Türkiye ise İsrail’i Mart 1949 yılında resmi olarak tanıyan ilk Müslüman ülke oldu.  1950´de ABD, Fransa ve İngiltere bir bildiri ile İsrail devletini uluslararası koruma altına aldılar. Bundan sonra İsrail devletinin inşa çalışması hızla sürdü.

Bu dönemde David Ben Gurion´nun bütün dünyaya yayılmış Yahudileri İsrail´e toplama projesi de devam ediyordu. Bu proje ile 1951–1961 yılları arasında 4 milyona yakın Yahudi nüfusun İsrail´e getirilmesi hedeflenmişti.

Dışarıdaki Yahudileri toplama konusunda David Ben Gurion şunu söylüyordu:

“Bir Yahudi devleti gerçekleşmiş olmasına karşın henüz işin başındayız. Yahudi halkın hâlâ büyük bir kısmı dışarıda. Bugün İsrail´de yalnız 900 bin Yahudi var. Gelecekte bütün Yahudiler İsrail´e toplanmalıdırlar.”

İsrail devleti, ülkeye dönmeyen Yahudileri “sürgün” (Galut) sayıyordu. İsrail Parlamentosu dönüş yasası çıkardı ve İsrail´e dönen her Yahudi´ye otomatikman Yahudi vatandaşlığı verildi. Dönenlerin içinde Hitler´in toplama kamplarından kurtulan 300 bin Yahudi´de vardı.

Bütün bu girişim ve çabalara rağmen istenilen hedefe ulaşılamamıştır. Belirli kesimler İsrail´e dönmeyi kabul ederken diğerleri ise dünyanın değişik yerlerinde dağınık bir şekilde yaşamaya devam etmişlerdir. Bu durum karşısında İsrail pes etmiyor, dönüşü hızlandırmak için akla gelmeyecek oyunlar oynuyordu.

2 Mayıs 1948´de yapılan Amerikan Yahudi Konferansı’nda vaiz Klaustfer yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Halkın Filistin´e gitmeye zorlanması gerektiği kanısındayım. Zor sözünden bir programı kastediyorum. Bu programı gerçekleştirmek için Yahudi toplumunun politikasını değiştirmesi ve yersiz kalan insanları rahat ettirmek yerine mümkün olduğu kadar rahatsız etmek gerekmektedir. Amerikan Ortak Dağıtım Komitesi´nin yardımları kesilmelidir. (…) Daha sonra Yahudileri tedirgin edecek Haganah türünden bir örgüt kurmak gerekir. Dış ülkelerde sağlanan kolaylıklar kurcalanarak azaltılmalı ve şimdi Yahudi işleri danışmanı, yurtsuzların vaizleri veya ajans personelince sağlanan himayeden vazgeçilmelidir.”

Bu eksende geliştirilen politikaların nasıl hayata geçirildiğini Alferd M.L. şu şekilde anlatıyor: “Yurtsuzlar kamplarında Siyonist olmayan ve anti-Siyonist Yahudilere karşı şiddet ve ayrım eylemlerine girişildi. Genelde bir kampanya sürdürülüyordu. Bu, günlük tayinlere el konulması, işten çıkarma, yurtsuzların eğitimi için gönderilen makineleri parçalamaya muhalefet edenleri yasal korumadan ve vize haklarından yoksun etme biçiminde oluyor, hatta onları kamptan atma noktasına kadar varıyordu. Bunlardan başka ABD´de yapılan programlara dair hikâyeler anlatılıyor, yurtsuzlar tedirgin ediliyordu.”

Dış dünyadaki Yahudiler üzerinde İsrail devletinin estirdiği baskı ve terör politikaları kısa sürede yankısını buldu. Örneğin Irak´tan İsrail´e geçmek istemeyen 150 bin kadar Yahudi, bu politikalardan yılarak ülkeye giriş yapmayı kabul etti. İsrail devleti, yabancı ülkelerdeki kendi halkına, gizlice Yahudi düşmanlığı propagandası yapıyor ve İsrail´e dönmeleri için baskı uyguluyordu. Yahudiler bu durumu, başkalarının kendilerine olan düşmanlığı olarak algılıyorlardı. Yahudi halkı tedirgin etmek ve bulundukları yerlerden “vatan”larına dönmeleri için propaganda içerikli broşürler dağıtıyordu.

Bu süreç daha sonra değişime uğradı ve vatandaşlığa alınacak Yahudiler arasında seçim yapılmaya başlandı. Nitelikli kesimlere (teknik bilgi, yetişmişlik vb.) öncelik verilmeye başlandı.

İsrail devletinin kurulmasından bu yana Ortadoğu´da savaşların ardı arkası kesilmeyen bir süreç başlamıştır. İsrail, 1956´da İngiliz-Fransız ortak saldırısına dâhil olarak Mısır´a saldırdı. Mısır´daki Yahudileri bu savaştan dolayı tedirgin ederek kendine kattı.

Filistin direniş hareketi de bu dönemlerde ortaya çıktı. Fedayeen (ilk kurucularından biri de Arafat´tır) İsrail´e yönelik eylemlerini başlattı ve Filistin halkının direnme süreci de böylece start aldı.

Mısır-İsrail savaşından sonra bölgeye yerleştirilen BM askeri gücü 1967 savaşına kadar bölgede kaldı. 1967´de İsrail bu defa üç Arap ülkesi Mısır, Ürdün ve Suriye´yle savaşa girdi. Bu dönemde başkentini değiştirerek Tel Aviv´den Kudüs´e taşıdığını açıkladı.

İşin tuhaf yanı bu dönemde Kudüs BM güçlerinin denetiminde askerden arındırılmış bir bölgeydi. İsrail, Arapların beceriksizliği ve diğer faktörlerin lehine olmasından dolayı savaşı kazandı. Batı Şeria, Gazze, Golan Tepeleri, Kudüs ve Sina İsrail´in eline geçti. Bu gelişmeler üzerine BM o ünlü ve asla uygulanmayan 242 sayılı kararını aldı. Bu karara göre İsrail´in işgal ettiği topraklardan derhal geri çekilmesi isteniyordu ve Arap Ülkeleri İsrail´i “güvenilir ve tanınmış sınırları içinde” tanımalı ve kabul etmeliydiler. Başka ülkeler göç etmiş Filistinliler ise mülteci statüsünde tanımlanıyordu. Bunun anlamı şuydu: Vatanlarından zorla göç ettirilen Filistinliler, Cenevre Sözleşmesi´nde belirlenen mültecilik haklarına sahip olacaklardı.

1968´de İsrail bu kez Ürdün´e saldırdı. Ve arkasından gelişecek olan Ürdün-FKÖ çatışmasını hazırladı. Ertesi yıl Süveyş’te Mısır ve İsrail tekrar çatışmaya girdiler. Çatışmalar 1970 yılında da tekrarlanınca ABD devreye girdi ve “barış” için baskı yapmaya başladı. Bu görüşmeler 1973 yılına kadar bir sonuç alınamadan devam etti. Görüldüğü gibi, ABD icazetli İsrail-Filistin “barış” görüşmelerinin tarihi oldukça eskiye dayanır. Bugün bu tür görüşmelerden bir sonuç alınamamasının nedenlerini de o dönemlerde aramak gerekir.

1973 yılında Mısır, İsrail’den Sina´yı geri almaya çalıştı ve işgal etti. Ertesi yıl İsrail güçlerinin Sina´nın batı yakasına çekilmesi koşuluyla anlaşma imzalandı.

Bu sırada Filistin direniş hareketi lehinde olumlu gelişmeler yaşanıyordu. Rabat zirvesinde Arap Devletleri, Filistin Arap Devleti kurulması amacında birleştiler ve FKÖ´nün “Filistin halkının yasal temsilcisi” olduğu kararını aldılar. Filistin halkının direnişi de gerek bölgede gerekse diğer ülkelerde askeri eylemlerle sürüyordu.

Aynı dönemlerde ABD Mısır üzerinde bir baskı oluşturmaya çalışıyordu. ABD’nin amacı Mısır üzerinden İsrail-ABD çözümünü diğer Arap ülkelerine dayatmak ve kabul ettirmekti. Camp David anlaşması bunun bir sonucuydu. Mısır, Sina´yı boşaltmasından sonra İsrail´i tanıyan ilk Arap ülkesi oldu. Diğer Arap ülkeleri Mısır´ın bu kararını protesto ettiler ve Mısır ile ilişkilerini sınırlandırdılar. Mısır, bu yaptırımların sıkıntısını uzun zaman yaşadı.

Kurulduğu tarihten bu yana İsrail´in saldırganlığı artarak devam etmiştir. 1981´de bu defa da Golan tepelerini işgal etti ve ilhak kararını dünyaya açıkladı. Yine aynı dönem de Lübnan´da gelişen halk direniş hareketini kırmak için 1982´de Güney Lübnan´ı işgal etti. Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında korkunç katliamlara girişti. Bu katliamlarda Lübnanlı işbirlikçilerden büyük yardımlar aldı. Daha sonra İsrail başbakanı olan  Şaron, bu katliamların bir numaralı sorumlusudur. Bütün bu yaşananlara dünya hep sessiz kalıyordu.

1982 yılında diğer bir gelişme de Arap ülkelerinin Fez Planı´nı kabul etmeleridir. Bu plana göre İsrail işgal ettiği Arap topraklarından çekilecek, Yahudi yerleşim yerleri kaldırılacak, başta Kudüs olmak üzere kutsal yerler her dinden insanlara açık tutulacaktır. Ayrıca Kudüs, Filistin Devletinin başkenti olacaktır. Bu sıralanan talepler bilinen şeylerdi ve Arap ülkeleri tarafından sürekli dile getiriliyordu.

1984 yılı askeri eylemlilik açısından FKÖ için bir dönüşüm yılı olmuştur. Sürekli yaşanan askeri yenilgiler ve kayıplar, FKÖ´nün askeri politikalarında bir değişimi ve farklılaşmayı da beraberinde getirmiştir. Bir FKÖ yetkilisi bu dönüşümü şöyle ifade ediyordu: “Artık Filistinliler askeri alanda mücadele vermeyeceklerine göre, siyasi alanda mücadele vermeleri zorunludur.” FKÖ’nün bu yönelimi sonucunda ortaya çıkan boşluğu ise radikal İslamcı örgütler dolduracaktır. Şunu da eklemeden geçmeyelim: Ortadoğu’da tek bir İslamcı örgüt yoktur ki, kuruluşunda CİA ve MOSSAD parmağı olmasın ve İsrail’den daha çok Filistin’in kurtuluşu için mücadele eden solcu örgütleri hedef almasın!  

Aynı dönemlerde ABD planı, 1982 itibarıyla Filistin´i Ürdün´e bağlı kukla bir devlet yapmaktı. Bunun şekli, Ürdün´le oluşturulacak federatif birlikti. ABD’nin bu planı 11 Şubat 1985´de gerçekleşti ve Ürdün-Filistin arasında “Amman Anlaşması” imzalandı. Bu anlaşmaya Arap ülkeleri de destek verdiler ve onayladılar. Ürdün´ün eskiden beri hedefi de buydu; kendine bağlı kukla bir Filistin devleti…  ABD ise bir taşla iki kuş vurmuştu. İşbirlikçi Ürdün yönetimi aracılığıyla Filistin´i dizginlemek planını böylece gerçekleştirmiş oluyordu.

Filistin-İsrail çatışmasının çözümsüz kalmasının en önemli nedeni, Arap ve Yahudi halklarının karşılıklı olarak aşamadıkları önyargılar ve yüzyıllardır devam ettirilen tarihsel husumettir. Bu önyargılar ve husumette dış güçlerin rolü büyüktür. Dünya egemenleri, özellikle emperyalist yayılmacı dönemde bu sorunun sona erdirilmesini asla istememişlerdir. Meselenin çözülmesi ve kalıcı barışın kurulması, iki halkın karşılıklı iyi niyet ve dostluk duygularının geliştirilmesiyle olanaklıdır. Bu ise, genel olarak Ortadoğu ve özelde de sorunun yaşandığı bölgede, çatışmadan ve işgalden çıkarı olan güçlerin devre dışı bırakılmasıyla mümkündür. Meselenin çözümü önündeki en önemli engel, İsrail ve Filistin devletlerinin çatışması değil, iki halkın birbirlerine karşı duydukları düşmanlıktır. Bu engel ancak halkların kendi irade ve kararlarıyla aşılabilir. İşgal ve çatışmalardan çıkarları olan güçlerden çözüm beklemek, hayal kurmaktan öteye geçmez. Dört bin yıllık geçmişi olan din ve kültür çatışması, hafızlardan kolay kolay silinmeyen katliamlar, savaşlar ve bu temelde gelişen önyargıların kolayca aşılamayacağı unutulmamalıdır.

İsrail devleti kuruluşundan bu yana Ortadoğu’nun hâkim tek gücü olma çabası içerisindedir. Yayılmacı, işgalci ve saldırgan politikalara sahiptir. Bu politikalar aynı zamanda stratejik hedeflere ulaşmada belirleyici tek yöntemdir. Dünyanın başka hiçbir bölgesinde İsrail devleti kadar gayrimeşru ve başına buyruk bir devlet yoktur. Bunun sorumluluğu başta ABD olmak üzere emperyalist güç ve devletlere aittir. Buradaki amaç, stratejik iş birliği çerçevesinde askeri, mali ve jeostratejik açıdan kendileriyle iş birliği içerisinde olana ve bölgeye egemen bir İsrail yaratmaktır. Bu politika bugün, büyük oranda başarıya ulaşmıştır. İsrail bölgede en önemli askeri ve ekonomik güçtür.

Yahudi ideallerinin başında, Filistin halkının ne geçmişte ne de şimdi, İsrail devleti´nin kurulmuş olduğu topraklar üzerinde hiç bir hakkının olmadığı tezi gelmektedir. İsrailli faşistlerin savundukları iddialara bakılırsa, Filistinlilerin yurdu Ürdün´dür. Filistin topraklarının adının Eretz İsrail olduğu, Filistin adını Romalıların taktığı da sık sık dile getirilir. İsrail halkının yaşanan tarihsel olaylara karşı duyduğu tepki, bu günkü davranışlarını belirleyen temel bir olgudur. Adnan Pachaci adındaki Filistinli bir yazar bu durumu şöyle açıklamaktadır:

“Avrupa´daki Yahudi halka çektirilen baskı ve hakaret yıllarının Hitler kıyımı ile doruğuna ulaşması, göründüğü kadarıyla bugün İsrail´in kaderini belirleyen Avrupalı Yahudilerin ruhsal yapısında derin bir iz bırakmıştır. Yüzyılların yılgınlığı ve kini şimdi Filistin Araplarına yapılan görülmemiş vahşette çıkış yolu bulmaktadır. Fakat kaderin ne acımasız bir cilvesidir ki, Yahudi topraklarında, Orta Çağ Avrupası’nın anlatılmaz vahşetinden uzak bir kurtuluş ve korunma yeri buldukları Araplar, böylesi hayâsızca yoğun bir baskının kurbanı olmaktadırlar.”

Emperyalist güçlerin, kuruluşundan bu yana İsrail devletini desteklediklerini yukarıda söylemiştik. Bu güçlerin başında da ABD´nin geldiğini belirtmiştik. Bazı çevreler, ABD´yi Yahudi Lobisi´nin yönettiğini ileri sürmektedirler. Bu iddia, dünyadaki emperyalizm olgusunu gizlediği için belli bir gerçeklik payı olsa da sınıflar mücadelesi açısından anlamlı değildir.

ABD’nin İsrail´le resmi olarak ilişkisi, 1950 yılında imzalanan Hava Ulaşım Anlaşması ile başlamıştır. Bu anlaşma ABD’nin İsrail topraklarını üs olarak kullanmasına olanak tanıyordu. Bunun yanı sıra İngiltere de 1956 yılından bu yana İsrail´e araç-gereç satmakta ve ekonomik olarak yardım etmektedir.

1957´de ABD Başkanı adıyla anılan Eisenhover Doktrini ilân edildiğinde, bunun bir yanı da Ortadoğu´ya yönelikti. Açık bir şekilde Arap ülkelerinin içişlerine karışmayı öneriyor ve Ortadoğu´da gelişen Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin bastırılmasını istiyordu. İsrail bu doktrini itirazsız ve koşulsuz bir şekilde onaylamıştır. Bu doktrinin kuşkusuz İsrail çıkarlarına olmasının en önemli nedeni ABD ve Batı´nın Ortadoğu´da İsrail üzerinden geliştirilen stratejinin çerçevesini ve hedeflerini oluşturmasıdır. Buna birçok akademisyen ve yazar da vurgu yapmıştır. Örneğin, Deutscher bunu şu şekilde ifade etmektedir:

“Bütün İsrail Hükümetleri İsrail´in varlığını “Batı’ya uyumlu” olmaya dayamışlardır. Yalnız başına bu durum, İsrail´i Ortadoğu´da Batı´nın karakolu yapmaya yeterli olmuş, böylece kurtuluşları için savaşım veren Arap halkları ile emperyalizm (yeni sömürgecilik) arasındaki büyük çatışmaya karışmıştır.”

Rodinson ise “İsrail devletinin Filistin toprakları üstünde 20.yy başlarındaki Avrupa ve Amerikan yayılmasının sonucu olarak kurulduğu, bu durum 3.Dünya halklarını siyasal ve ekonomik olarak sömürmek için kolonyal yerleşmeler yaratmayı amaçladığı” değerlendirmesini yapmaktadır. Aradan yüzyıl geçmiş olmasına rağmen bu belirleme 21.yy. için de geçerlidir.

(2008)

Mehmet Ali YAZICI

Paylaşalım