“EKONOMİK TETİKÇİLİK”
Bugün “küresel bir güç” haline gelen ABD, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyayı kuşatma stratejisinde, askeri müdahaleler hakkını saklı tutarak taktik değişikliklere yöneldi ve bazı yeni yöntemler geliştirdi.
Tarih boyunca, dünyaya hâkim olmaya çalışan imparatorluklar, güçlü ve büyük devletler, genelde askeri güç tehdidiyle ya da savaşlar yoluyla kurulmuş, yine aynı yöntemlerle ayakta kalabilmişlerdir. Bu durum yirminci yüzyılın başlarına kadar sürmüş, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın ortaya çıkardığı felaket tablosu görüldüğünde, bu süreç sona erdirilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Sovyetler Birliği’nin varlığı, ulusal bağımsızlık ve kurtuluş savaşlarının ortaya çıkması ve nükleer savaş tehdidi nedeniyle artık dünya imparatorluğu yolunda hareket eden güçler için fiili işgal ve savaşlar aşırı riskli bir hal almıştır. Bu nedenle strateji ve taktikler değişiyor, askeri savaşların yerini sözde dostluk ve yardımlaşma ilişkileri alıyor; ekonomik ve askeri yardım, müttefiklik, ittifak vb. yaklaşımlarla, geri kalmış ve kalkınmaya çalışan üçüncü dünya ülkeleri, bu ülkelerin işbirlikçi yönetimlerinin de yardımları sayesinde tek tek içten işgal ediliyordu. Bir başka deyişle, emperyalizm(küresel güçlere teslim olma) bu ülkeler için “içsel bir olgu” halini alıyordu.
Ekonomik Tetikçi(ET) kavramı da bu dönemde ortaya çıktı. Emperyalist ekonomik yayılmanın önünü açan bir “meslek” halini aldı. Özel şirket elemanları gibi gözüküyorlardı ama tam anlamıyla devletin “ekonomi istihbaratçıları” olarak görev yapıyorlardı. Bir Ekonomik Tetikçinin bir CİA ajanından pek fazla farkı yoktu.
Kendisi de bir Ekonomik Tetikçi olan Amerikalı yazar John Perkins, itiraflar şeklinde kaleme aldığı kitabında, bu süreçleri detaylarıyla anlatmakta ve “Biz Ekonomik Tetikçiler, bu küresel imparatorluğun yaratılmasının gerçek sorumlularıyız.” demektedir. Ekonomik Tetikçilik yaptığı ülkeler arasında Panama, Ekvador, Endonezya, Suudi Arabistan ve 1979 Devrimi öncesinin İran’ı yer almaktadır.
Okuyucuların affına sığınarak bu kitaptan biraz uzun alıntılar yapacağım. Çünkü bu itiraflar bizim ülkemizi de ilgilendiriyor. İstanbul Kanalı gibi bir projenin gündemde olduğu bir dönemde keşke bu kitabı herkes okuyabilse ya da okusa! Fark edilecektir ki, “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.” Yıllardır Türkiye’nin ABD ile tek taraflı bağımlılık içeren ilişkilerı mevcut ve biz bu ilişkilerin arka planında nelerin olduğunu bilmiyoruz. Ekonomik Tetikçilerin hedef ülkelerinden birinin de Türkiye olduğu gerçeği göz önüne alınınca, bu tür yayınların bizim için ne kadar önemli olduğu da anlaşılmış olacaktır.
Perkins kitabının hemen girişinde Ekonomik Tetikçinin(ET) tanımını yapıyor ve kendisinin de uzun yıllar bu işi yaptığını ve bir ET olduğunu itiraf ediyor:
“Ekonomik tetikçi (ET) dediğim kişiler, birçok ülkeyi trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Bu kişiler, Dünya Bankası, Birleşik Devletler Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve diğer yabancı ‘yardım’ kuruluşlarından büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin doğal kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet vardır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eskidir ama günümüzün küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır. Nereden mi biliyorum? Ben de bir ET idim.”
Plan şöyle işliyordu: Başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ya da geri kalmış ülkelere Ekonomik Tetikçiler gönderiyor ve o ülkenin ihtiyacı ya da öncelik sırası olmayan konularda projeler geliştirip raporlar hazırlatıyorlardı. Bu projelerin acilen gerçekleştirilmesinin ülkenin yararına olduğu konusunda yöneticiler ikna ediliyordu. Sonra bu projelerin hangi firmalara yaptırılabileceği (bu firmalar hep ABD ve Batı kökenlidir) ve kredi olanakları belirleniyordu. Borç alınacak kredi kuruluşları ise Dünya Bankası, İMF, Inter-Amerikan Kalkınma Bankası, Birleşik Devletler Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) vb. oluyordu.
Özel olarak yetiştirilmiş binlerce ABD’li ekonomik ajan, dünyaya yayılarak, özellikle geri kalmış ülkelerin liderlerini, ABD’nin ticari çıkarlarını gözeten büyük bir ağın parçası yapmayı başardılar. Sonunda bu ülkeler daha da yoksullaşarak, gelişmelerini sekteye uğratan büyük bir borç batağına saplandılar. Bu duruma paralel olarak ABD ve Batı, uluslararası planda siyasi, ekonomik ya da askeri ihtiyaçları için bu ülkeleri kullanmaya başladılar.
ABD ve Batı ile işbirliği içerisinde olan ülke liderlerinin durumunu iç politikada korumak ve güçlendirmek için, karşılığında o ülkede, ekonomik tetikçilerin belirlediği gerçekçi olmayan planlar dâhilinde sanayi siteleri, elektrik santralleri, havaalanları, limanlar, otoyollar vb. yaptırmaya teşvik ettiler. Bu projelerin inşası ise ABD denetiminde olan Dünya Bankası ve İMF gibi kuruluşların, Inter-Amerika Kalkınma Bankası gibi bankaların kredi desteğiyle yapılıyordu. Bu kredilerin kullanılmasının önemli şartlarından biri de, projeleri yine ABD şirketlerinin gerçekleştirecek olmasıdır.
Politika çok açıktı: Bir taşla iki kuş vurmak ve kredi alan ülkeleri de kalıcı olarak borçlandırmaktı.
Dünyayı sömürgeleştirme ve bağımlı ülkeler yaratma planı üç kademeden ya da daha doğrusu, sırasıyla üç alternatiften oluşuyordu. Hedef tahtasına oturtulan ülkeye ilk olarak Ekonomik Tetikçiler gönderiliyor, bunların başarısız olması halinde, Ekonomik Tetikçilerin “çakal” diye adlandırdıkları CİA ajanları devreye giriyordu. Çakalların da başarısız olmaları durumunda ise iş ABD ordusu ve askerlerine düşüyordu. Örneğin, ABD’nin Irak, Suriye, Afganistan gibi ülkelere askeri müdahalesi bu son aşamayı temsil etmektedir.
ABD ve Batılı güçler karşısında diğer ulusların boyun eğmesini sağlamak, Ekonomik Tetikçilerin en önemli görevleriydi. Uluslararası finans kuruluşlarıyla birlikte, seçkin bir grup olarak hareket ediyorlar, dünyanın her tarafında istedikleri gibi at koşturuyorlardı. Fakir ülkelerin devlet başkanları ve üst düzey yöneticileriyle rahatlıkla görüşebiliyor ve gerçekçi olmayan projelerini onlara empoze ediyorlardı. Daha da vahimi, rüşvet bile veriyorlardı.
Bir tür mafya gibi çalışıyorlardı. Perkins anılarında bu durumu açık bir şekilde itiraf etmektedir: “Mafyadaki muadillerimiz gibi, ‘iyilik’ de yaparız: Bunlar genellikle altyapı (elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, sanayi siteleri) yatırımları için verilen borçlar şeklindedir. Bu tip borçların bir şartı da, tüm projelerin bizim mühendislik ve inşaat firmalarımız tarafından gerçekleştirilmesidir.” demektedir.
İşin aslı şuydu: Verilen kredilerin çoğu ABD’nin dışına bile çıkmıyordu. Para, sadece Washington’daki bankalardan New York, Houston ya da San Francisco’daki mühendislik ve inşaat firmalarının banka hesaplarına transfer ediliyordu.
Bir Ekonomik Tetikçinin başarısı, projelerinin hacmiyle orantılıydı. Kredi ya da borç olarak verilen paraların miktarı o kadar yüksek oluyordu ki borçlu ülke birkaç yıl sonra borçlarını ödeyemez hale geliyordu. Elbette bunun bir karşılığı da vardı!
“İşte o zaman da biz, (tıpkı mafya gibi) diyetimizi isteriz. Bu da genellikle şunlardan bir veya birkaçını içerir: Birleşmiş Milletlerde alınacak bir kararda ülkenin vereceği oyun kontrolü, topraklarında askeri üsler kurulması, petrol ya da Panama Kanalı gibi değerli kaynaklara erişim. Bu arada borç yükümlülüğü tabii ki devam etmektedir ve küresel imparatorluğumuza yeni bir ülke daha eklenmiştir.”(Perkins)
Cumhuriyet tarihi boyunca ve özellikle 1950’lilerden sonra Türkiye’nin dış kaynaklı yatırımları sorgulandığında, birçok projenin altında ABD ve Batılı ülkelerin Ekonomik Tetikçilerinin parmağı olduğu görülür. Örneğin GAP gibi, amacına ulaşmayan, akim kalmış, milyarlarca doların gömüldüğü onlarca proje ve yatırım mevcuttur. Bu sürecin en somut sonuçlarından biri, kronikleşen dış borç hastalığıdır. Ülkemiz yetmiş yıldır bu borçlardan bir türlü kurtulamamakta, dolayısıyla ekonomik, toplumsal ve siyasal olarak sağlığına kavuşamamaktadır.
Perkins’in de ifade ettiği gibi, Ekonomik Tetikçilerin en önemli amaçlarından biri de, iş yaptıkları ülkeleri kalıcı olarak borçlandırmaktır. ABD ve Batılı ülkelerle işbirliği yapan iktidarların iç politikada ellerini güçlendirmek için yaptırılan otoyollar, limanlar, havaalanları, barajlar ve benzeri yatırımların hangisinin ülke ihtiyacından kaynaklandığını belirlemek ise imkânsızdır. Eğer dikkat edildiyse, Ekonomik Tetikçilerin ilgilendikleri konular arasında, üretime yönelik, örneğin fabrika vb. tesisler yoktur. İlgi alanları daha çok, büyük paralar emen altyapı hizmetleridir. Diğer yandan, bir ülkenin atılım, gelişme ve kalkınma hamleleri olarak gösterilen bu tür altyapı çalışmalarının esasta kalkınmayı temsil etmediği de, iktisat biliminin ortaya koyduğu, bilinen bir gerçektir. Buna rağmen ülkeyi yönetenler hala bu yolda devam etmekte ve uyguladıkları ekonomi-politikalarda (borçlanma ekonomisi) bir beis görmemektedirler. Ama unutulmamalıdır ki, Amerika Birleşik Devletleri tarihindeki ilk Başkan Yardımcısı olan John Adams’ın dediği gibi, “Bir ulusu fethetmenin iki yolu vardır. Birisi kılıçla, diğeri borçla.” Ne yazık ki Türkiye borçla içten teslim alınmış ve fethedilmiş bir ülkedir. İktidarı ellerine geçirmiş olan egemen güçler, sınıfsal karakterleri ve sınıf çıkarları, dolayısıyla doğaları gereği bu durumu devam ettirmektedirler.