Emrah Cilasun

Din Afyondur, Tersini İddia Etmek İlahiyatçıların İşidir

Emrah Cilasun’un Birgün’de bir süredir yapılan ‘sol ve din’ eksenli tartışmalara binaen kaleme alınıp gazeteye gönderilmiş, gazete tarafından ilk önce (23 Kasım’da) yayınlanacağı bildirildikten sonra, gazetenin yazarları ve okurları arasında sert tartışmalara yol açtığı için bu tartışmanın sürmemesine karar verilmesi ve dolayısıyla yazının beklemeye alınması üzerine Sol Defter’de yayınlanmaktadır.

Emrah Cilasun

DİN BİR AFYONDUR, TERSİNİ İDDİA ETMEK İLAHİYATÇILARIN İŞİDİR

″Tanrı veya tanrılar fikri, insanlık tarafından, hayal gücüyle, cehaletinden dolayı yazılmıştır. Bu, o zamandan beri binlerce yıl boyunca, halkın çoğunluğunu sömürme, hakimiyet altına alma ve cehaletin ve mantıksızlığın kölesi olarak tutma isteklerine hizmet etmek için iktidar sınıfları tarafından aralıksız sürdürülmüştür. İnsanlık için yeni bir dünya ve gelecek ve daha fazlasını yaratmak,  bu gibi sömürü sınıflarını devirip etkisiz kılmak ve sonsuza kadar  cehaleti ve mantıksızlığı geride bırakmak demektir.″ (Bob Avakian, Away With All Gods, Insight Press, s. 58)

Bu haykırış, 18. ya da 19. yüzyılda yaşamış bir Marksist’e ait değildir. Din’in, bütün bir toplumu muhasara altına alıp, tüm dünyayı tehdit eder hale geldiği; Hristiyan Faşizmi’nin yeşerdiği; ABD’nin içinden, bugün, yükselip gelmektedir. Bu haykırış, komünist bilimin mahir kuramcısı Bob Avakian’a aittir.

İlginçtir. Hemen hemen aynı dertlerden muzdarip olan Türkiye’de ise, sol adına bambaşka haykırışlara şahid olmaktayız. Acı gerçek şudur: Diğer meselelerde olduğu gibi, din meselesinde de, maalesef, komünist bilimin değil, esasen, bir biçimde dine sarılmış olmanın hükmü geçmektedir. Kızıl bayraklar altında artık, komünist devrimin değil, kimlik politikalarının, etnik özelliklerin ve burjuva demokrasisinin ehemiyetine vurgu yapılırken, din münakaşası, red üzerinden değil, dinin ya da falanca mezhebin tarafı olunarak yapılmaktadır. Kâh çatı partisi, kâh cemevi sosyalizmi, kâh komünist imam hayalleri, kâh Demokratik Cumhuriyet fikri, bu tür münakaşalar ortamında yeşermektedir.

Üst yapının bir parçası olarak din, Türkiye’de de, Cumhuriyet’in gerek kuruluş aşamasında gerekse sonrasında, ihtiyaca göre, zaman zaman öne çıkartılmış, zaman zaman geri plana itilmiş, ama her halukarda her dönem, sömürü sistemi için önemli işlev görmeye devam etmiştir. Türkiye’de, rejimin yapısal değişiklik için gerekli gördüğü din eksenli münkaşalarda, maalesef, kendini devrimci, ilerici ya da komünist addedenler, rejime, soldan akıl vermeye teşne olmaktadırlar.

Burhan Sönmez, 11 Kasım tarihli köşesinde, Marx’ın, din hakkındaki sözlerini alenen çarpıtarak, yeni konjonktürün ihtiyaçlarına uygun bir sol modeli oluşturma uğraşına, BirGün sayfalarından katkı sunmaktadır.

Şöyle buyurmuş Sönmez: ″’Din halkın afyonudur’ ifadesiyle bir arada değerlendirildiğinde, dine bakışta Marks’ın dinamik bir yaklaşıma sahip olduğu görülür. Çünkü din, hem ‘halkın afyonu’ hem de ‘gerçek ıstıraba karşı bir protesto’ olabilmektedir. ‘Afyon’ ifadesinden önceki ve sonraki cümleler arasında görülen fark, Marks’ın çelişkiye düştüğü anlamına gelmez, aksine bu konuya diyalektik bir bütünlük içinde yaklaştığına işaret eder. ″ (agy) (abç)

Sönmez’den aktardığım alıntının içinde, altını çizdiğim noktaları gözönünde bulundurarak, şimdi, Marx’ın meşhur tahlilini kesip biçmeden bir okuyalım:

″İnsan dini yaratır, din insanı yaratmaz. Bir başka deyişle, din, henüz kendini bulamamış ya da yeniden yitirmiş olan insanın kendi bilincinde oluşu, kendini duyuşudur. Fakat insan dünyanın dışında çömelmiş oturan soyut bir varlık değildir. İnsan insanın dünyasıdır: devlet ve toplum. Bu devlet, bu toplum, ters bir dünya bilinci olan dini yaratır, çünkü onlar ters bir dünyadır. Din o dünyanın genel teorisi, ansiklopedik icmali, halka yatkın mantığı, manevi namus meselesi, coşkunluğu, ahlaki onaylanışı, resmiyete bürünüşü, evrensel avuntu ve haklılık temelidir. Din insanın özünün hayalde gerçekleşmesidir, çünkü insanın özü somut gerçekliğe kavuşmuş değildir. Onun için dinle mücadele etmek, dolaylı yoldan o ters dünyayla -ki din o dünyanın manevi rayihasıdır [korkusudur]- savaşmaktır. Din, baskı altında ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir; tıpkı, ruhsuz bir durumun ruhu olduğu gibi. Din, halkın afyonudur. Halkın sözde mutluluğu olarak, dinin, ortadan kaldırılması, halkın gerçek mutluluğu için şarttır. Dinin durumuyla ilgili aldanmacalardan vazgeçme dileği, aldanmacalara ihtiyaç gösteren bir durumdan vazgeçme dileğidir. Bundan dolayı, dinin eleştirilmesi, çile aleminin eleştirisini içinde taşır. O alemin hâlesi de dindir. ″ (Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesini Eleştiriye Katkı, Alman-Fransız Yıllığı, 1844)

Marx’ın saptaması, Sönmez’in pragmatizmine fırsat vermeyecek kadar, hakikaten, ″dinamik″tir. Hatta, Sönmez’in sözleriyle söyleyecek olursak, ″önceki ve sonraki cümleler arasında görülen fark″, Markx’ın çelişkiye düştüğü anlamına gelmez, aksine bu konuya ″diyalektik bir bütünlük içinde″ yaklaştığına işaret eder. Zira, bundan 150 küsur yıl evvel -dikkat buyrun, 150 yıl-, Komünist Manifesto’da, oldukça radikal içeriğe sahip olan şu sözler, aynı diyalektik bütünlüğün bir devamı olarak kaleme alınmıştır: ″Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkilerinden en köklü kopuştur; onun gelişmesi, geleneksel düşüncelerden de en köklü kopuşu içeriyorsa, buna hiç şaşmayalım.″

Marx’ın, din hakkında yaptığı saptamaya geri dönecek olursak, alıntının sonunda bahsi geçen ″çile alemi″, günümüzde, B-52 bombardıman uçaklarıyla şuraya buraya demokrasi yağdırarak, dünyanın ezilenlerine çile çektiren emperyalist/kapitalist alemin ta kendisidir. Ve bu alemin, en fazla sarıldığı geleneksel düşüncenin başında din gelmektedir. Dolayısıyla, sözkonusu alemin eleştirisi kaçınılmaz olarak dini de kapsamak zorundadır. Sosyalizm’deki geriye dönüşün ve komünizm yolunda buna eşlik eden aksaklıkların yarattığı boşlukta, emperyalizme karşı, kitlelerin, kökten dinciliğin girdabına sürratle girdiğini müşahade etmekteyiz. Tabii ki, emperyalizm, daha güçlü olan ve daha fazla zarar verendir. Yaptıklarıylada, kökten dincilerin safına daha fazla güç katmaktadır. Halbuki, aynı sömürü ve baskı değerleri üzerinde yükselen kökten dincilikle, emperyalizm arasında, özünde, niteliksel bir fark bulunmamaktadır. Her ikisi de gerici karanlık bir peçeyi, köleleştirmenin ve empoze edilmiş cehaletin gerçek zincirlerini temsil etmektedir.

Kürtaj yaptırtan kadınları, kürtaj yapan doktorları, otist oldukları için engelli çocukları öldüren ABD’deki Hristiyan Faşizm’le, kadınları recm eden Taliban arasında ne fark vardır? Darwin’in, okul kitaplarından def edilmesini talep eden Batılı din adamlarıyla, Darwin’i, ″Marxist-Terörist″ ilan eden Harun Yahya arasında ne fark vardır? Ya da kadını soyup, ona Tanga giydiren erkek ideolojisiyle, kadını Burkaya sokan erkek ideolojisi arasında ne fark vardır? Tüm bunlar, Komünist Manifsto’da kopulması gerektiği belirtilen, geleneksel mülkiyet ilişkileri üzerinde yükselen, geleneksel düşüncenin tezahürleridir.

Komünist Manifesto’yu kendilerine rehber edinenler açısından tüm bunlar, komünist bilimin tunç yasasıdır. Yakın tarihin içinde küçük bir gezintiye çıkıldığında, Türkiye’de birbirlerinin zıttıymış gibi gözüken, kendilerini sosyalist, komünist telakki edenlerle, geleneksel mülkiyet ilişkilerinin temsilcisi olan rejimin kurucusu, Mustafa Kemal’in, geleneksel düşünceleri sahiplenirken (mesela din meselesinde), ne gibi ortak paydaları paylaştıklarını görmek, haikaten, şayanı dikkatir.

Başından beri Antant’a, anti-komünistliğini ispatlamak için çabalayan Ankara Hükümeti, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Ocak 1921’de katlettikten sonra,  Şubat ayında, Londra’da yapılacak konferansa katılma hakkını elde eder. İşte bu ortamda, Philadelphia-Public Ledger muhabiri Clarence K. Streit, 26 Şubat 1921’de, Mustafa Kemal’e yazılı olarak 19 soru iletir. O sorulardan birtanesi ve Mustafa Kemal’in verdiği cevap aynen şöyledir: ″Türkiye’de bolşeviklik yani komünistlik, enternasyonalistlik hakkında vaziyetiniz nedir? ″ (Atatürk’ün Milli Dış Politikası, Kültür Bakanlığı Yayınları, c.1, s.259) ″Türkiye’de komünizm yoktur. Bütün cihan bizi milliyetçi olarak bilir. Milletimizin istiklalini, haklarını ve menfaatlerini müdafaa eden kimseler olarak öyleyiz de. Şayet Enternasyonalizm demekle bilumum milletlerin istiklal ve hukukuna saygıyı kastediyorsanız o zaman evet biz Enternasyonalistiz de.

″Diğer taraftan biz dinimize de bağlıyız. Milli ve dini ruha aykırı

olan komünizmin bizde nasıl bir tatbikat sahası bulabileceğini de anlamam. Böyle bir ihtimal ancak Türk Milletine karşı girişilen bir suikastın gerçekleşmesi halinde husule gelebilir. ″ (Atatürk’ün Milli Dış Politikası, c.1, s.270, 271)

Mustafa Kemal, savaştan sonra, yeni devletin hangi değerler üzerine bina edileceği münakaşasından hareketle, 7 Şubat 1923’de, Balıkesir Halkı’na, Paşa Camii’nde yaptığı konuşmada ise şunları söylemiştir: ″Millet! Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, iyiliği ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara hakikatleri tebliğe memur ve resul olmuştur. Kanunu esasisi, hepimizce malumdur ki, Kur’anı azimüşşandaki nusustur [dogmalardır yani]. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa hakikate tamamen uyuyor ve denk düşüyor. Eğer akla, mantığa ve hakikate uymamış olsaydı, bununla diğer tabii ilahi kanunlar arasında zıtlık olması icap ederdi. Çünkü bütün kâinatın kanunlarını yapan, Cenabı Hak’tır.″ (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt 15, s. 117)

1931’de, Cumhuriyet nesillerini yetiştirmek üzere, Eğitim Bakanlığı tarafından liselerde okutulmak üzere basılan ve büyük ölçüde Mustafa Kemal’in kaleminin izlerine rastlanan ve kimi Kemalist solcular tarafından, dinsizliğin deklare edilmesi olarak tanıtılan metinlerde ise, Muhammed hakkında şu satırları okuyoruz:

″Muhammed başlangıçta her halde şiddetli bir heyecana maruz oldu. Birtakım dini endişeler ve vicdani düşüncelerle samimi surette üzüldü. Muhammed namuskâr, samimi ve menfaat fikrinden uzak olarak ortaya atıldı. Onun gayesi ırktaşlarının ahlak ve dinini ıslah etmekti….

″Muhammed’i harekete geçiren ilk etken samimi heyecanlar olmuştur. Muhammed daha sonra irticalen dini hitabede bulunan vaiz oldu. Vaizlikten nebiliğe, nebilikten de nihayet Allah’ın Resulü haline geçti.

″İçinde yaşadığı insanların manevi menfaatı için büyük bir hakikat namına mücadeleye atılmış olan Muhammed, sonunda dini bir imparatorluğun mutlak reisi ve bütün dünyaya hâkim olmak iddiasını besleyen muharip bir dinin kurucusu sıfatıyla ömrünü bitirdi. Bu iki netice sadece Muhammed’in kendi manevi ve fikri kuvvetinin mahsulüydü.

″Muhammed’in yaydığı din, insanların kalbinde derin bir titreşim uyandırdı. O ölüp gittiği halde on üç asır sonra hâlâ İslamiyetin kalpten titreşim meydana getirmekte olduğu hissolu-nuyor. ″ (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt 24, s. 64-65)

Mustafa Kemal’den, aktardığım üç farklı döneme ait olan alıntılar, dikkatli okunduğu taktirde, Türkiye’nin yeni palazlanmakta ve devlet olma uğraşındaki komprador burjuvazisinin, kati surette dine karşı olmadığının kanıtır. Doğası gereği, kesinlikle her konuda olduğu gibi, din meselesinde de rejim, son derece pragmatisttir. İhtiyacına göre, dine, önem atfetmektedir. Fakat katiyen ataist değildir ve dini karşısına almaya hiç niyeti yoktur. Bilakis, üzerinde oturduğu sömürü düzeninin ihtiyacı gereği dine muhtaçtır.

Takdir edersiniz ki, durum bugünde farklı değildir. Hakim sınıflar ve onlara ait olan devletin tüm kurumları, din konusunda her gün hassasiyetlerini belirtip duruyorlar. AKP, dine ne denli angaje ise, türbana dolanan CHP ve onun fatiha okuyan başkanı da o denli, dine angajedir. Pekii ya Türk Silahlı Kuvvetleri? Hakikaten, ordunun dinsiz olduğu ya da, ordunun dine ihtiyaç duymadığı düşünülebilir mi? Dolayısıyla, devletin silahlı gücünü teşkil eden, kendisini ″peygamber ocağı″ diye adlandıran bir kurumun, dine karşı olması düşünülemez.

Fakat öyle gözüküyor ki, dine ihtiyaç sadece devlet katıyla sınırlı değildir. Burhan Sönmez gibi, kendini sosyalist, komünist telakki eden bilumum şahıs ve örgütün, Mustafa Kemal’in pragmatistliğini aratmayacak kadar, dine methiyeler dizdiklerini, birbirleriyle yarışmakta olduklarını müşahade etmekteyiz.

Mesela, İslamcı kesime şiddetle karşı olduğu iddia edilen Nasyonal Sosyalist, İşçi Partisi’nin lideri Doğu Perinçek, 3 Eylül, 2006’da Aydınlık’a verdiği ″Hz. Muhammed’de, Mao’ da putları yıktı″ başlıklı mülakatta şöyle diyor: ″Turan Dursun ile her konuda aynı değildik. Bazı konularda görüş farklılıklarımız vardı. O İslamiyet’e tarihsel bakmıyordu. Yani Turan Dursun diyordu ki, ‘İslamiyet’in bu hükümleri bugün uygulanamaz.’ Bugün açısından bir yere oturtup, tarihsel olarak da İslam’ın oynadığı rolü reddediyordu. Bizim görüşümüz ise o zaman -ki Turan Dursun ile ben bunu çok tartışmışımdır- İslamiyet’in tarihte devrimci ve ilerici bir rol oynadığıydı.″

İlginçtir. Din’e devrimci ve ilerici bir rol atfetme arzusu, Doğu Perinçek’in tam zıddıymış gibi olma iddiasındaki Birikim dergisi çevresinde de görülmektedir. Bahsi geçen derginin 2009 Ağustos-Eylül ayları sayısında Dilek Zaptıçıoğlu imzalı, ″Tanrı’ya aşağıdakilerin penceresinden bakmak″ başlıklı makalede şöyle denmektedir:

″Solun ve ‘direniş ilahiyatı’nın iki farklı değil, tek bir çıkış noktasına sahip olduğunu düşünüyorum: Dünyaya aşağıdakilerin penceresinden bakmak. Peygamberlerin Bu Dünya’da yoksul ezilmiş ve yalnız insanların yanında olduğunu, inancın ancak ezilenlerin insanlaşması için gösterilecek çabada yaşadığını ve bu çaba hiç bitmiyeceği için de, asla yok olmayacağını bilmek.″  (Birikim, sayı: 244/245, s. 59)

Komünizmin, proletarya diktatörlüğü tecrübelerine ağız dolusu küfürler savurup, devrim önderlerini, ″puta″ ya da ″peygambere″ benzetenlerin, bu dünyanın ezilmişlerine, onların, yanlarında olan bir peygamber önermeleri, başlı başına bir komedi şaheseridir. Fakat daha da önemlisi, Zaptçıoğlu, din afyonunun transında yazdığı anlaşılan satırlarında, ezilenleri, bir başka biçimde prangaya vurmaktadır. Peygamberleri, ezilenlerin yanında göstererek, bu arada dini de, gökten yere indirerek, sol söylemli bir din yorumu yapmaktadır. Bu, sömürü sisteminin devam etmesini bir başka biçimde istemektir. Ezilenleri, böylesi bir din yorumu üzerinden tekrar prangaya vurmaktadır.

Lenin’in de dediği gibi, “‘Din halkların afyonudur’. Marx’ın bu yargısı din konusunda tüm marksist anlayışının kilit noktasıdır. Marksizm her zaman için dini ve kiliseleri, mevcut her türlü dini kurum ve kuruluşları, sömürüyü savunmaya ve işçi sınıfını sarhoş etmeye yarayan gerici burjuva organları olarak görmüştür.” (Lenin, Karl Marx ve Doktrini, Bilimve Sosyalizm Yayınları, s. 118)

Zaptçıoğlu’nun, ezilenleri, insana yakın dinle sarhoş etmeye çalışması, en az bir Mustafa Kemal, en az bir Perinçek kadar tehlikelidir. Birikim yazarının bu önerisi, aynı parametre üzerinde hareket eden Taraf gazetesi ve onun yazarları tarafından da paylaşılmaktadır. Gazete’nin Tony Cliff’ci yazarı alenen şu akıllara durgunluk verecek tespiti yapabilmektedir:

″İslam, kemalist devletin ‘düşman’ olarak gösterdiği, işçi sınıfını ve her tür muhalefeti bölmek için kullandığı en temel unsur (ki, bunun doğru olmadığını yukarıda Mustafa Kemal’den verdiğimiz alıntılarla ispat ettim. E.C). Bugün, işçi sınıfı da dahil olmak üzere nüfusun büyük bir kesimi kendini “şeriatçı” değil ama “Müslüman” olarak tanımlarken, tanrı tanımazlığı önkoşul olarak dayatan bir solun küçük kalmaya mahkûm olduğu açık değil mi?″ (Roni Margulies, Taraf , 17.02.2010)

Türkiye’de, sabahtan akşama kadar, hayatın her alanında din propagandası yapılmaktadır. “Bakara suresinin ikiyüz altmışıncı ayeti kelimesinin bir kısmı bir miktar suya okunur, sudan biraz alınıp tenasül uzvuna serpilir ve suyun kalanı içilir” (Ahmet Mahmut Ünlü, Her Bir Uzuv İçin Şifa Ayetleri, Arifan Yayınları) türünden hurafeler, sosyal hayatın her gözeneğine sızmaktadır. Tüm bir entelektüel camia, dini istibdatın muhasarası altındadır. Her önüne gelen, adının önüne akademik ünvan koyup, Evrim bilimini değil, Yaratılış efsanesinin doğru olduğu vaazını vermektedir. Tüm bunlar gözönünde bulundurulacak olunursa, birbirlerinden çok farklı olma iddiasındaki, Doğu Perinçek, Dilek Zaptçıoğlu, Roni Margulies ve Burhan Sönmez’in önerileri, devrimcileri ve bir bütün olarak ezilenleri, aslında, küçük kalmaktan da öte, ölüme mahkûm etmektedir.

Vaktiyle, Lenin ve partisi, küçük kalmayı göze alıp, açıkça “…Proletarya burjuva demokratik devrimimizin öncüsüdür. Partisi bütün ortaçağ kalıntılarına karşı verilecek savaşın ideolojik öncüsü olmalıdır. Bu kalıntıların içine ise, eski resmi din gibi, onu yenileştirmeye, değiştirmeye, başkalaştırmaya yönelik bütün çabalar da girer…

“…Parlamento kürsüsünden dinin halkların afyonu olduğunu söylemekle fraksiyonumuz son derece isabetli hareket etmiştirbu suretle, din konusunda bütün Rus sosyal-demokratlarına örnek olması gereken bir davranışta bulunmuştur” (Lenin, Karl Marx ve Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 128-129) demeseydi, acaba, 1917’de,  iktidara yürürken, geniş yığınların desteğini alabilir miydi?

admin

Paylaşalım