AYNI GÖKYÜZÜ, AYNI KEDER
“Görüşler ve amaçlar olmaksızın betimlemeler yapabilmek olanaksızdır.”
Bertolt Brecht
Ülkenin ve dünyanın geleceğine ilişkin kaygıların yol açtığı toplumsal mutsuzluk hali ve ruhumuzu saran çöküntü yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Travma sonrası stres bozukluğunun (post travmatik stres bozukluğu) yol açtığı ve bireyin irade gücünü aşarak onu güçsüz ve çaresiz bırakan yaşanmışlıkların birikiminin yarattığı tahribatın ürünüymüş bu durum. Ancak toplu ve güçlü bir şekilde tepkiyi örgütleyebilecek, kendisini yalnız ve güçsüz hisseden bireyler için bir dayanak noktası olabilecek toplumsal grupların varlığı, acz içindeki bireyin çaresizliğine belirli ölçülerde derman olabildiği gibi, travmatik olaylar karşısında daha dirençli davranmasının da imkanlarını yaratır.
İnsan, kültür olarak kavramsallaştırılan olguyu biriktirerek oluşturuyor. Paradigmalar, bilgi birikiminde sıçrama ve kopuşlarla oluşsalar dahi, başka bir paradigmanın anti-tezi olarak eskinin bünyesinde filizlenerek gelişiyor. Evrensel çelişki teorisini yanlışlayacak bir başka teori henüz ortaya konulmadı ancak “tez-antitez-sentez” olarak formüle edilen Hegelci diyalektikte ifadesini bulan ve büyük ölçüde hemen her durum ve sürecin açıklanmasında kullanılan bu reçetenin, günümüzün bilimsel sorun ve sorularına, doğa ve toplumsal değişim süreçlerinin birikim ve sıçramalara yol açan içsel evrelerinin dinamiklerine ilişkin, -başka ögelerle desteklenmedikçe- açıklamaları yetersiz kalmıştır. Bilimle ve felsefeyle bağını giderek daha fazla koparan ideoloji ve politika; belirli kavram ve söylemlerin “tanımlayıcı” penceresinden bakarak oluşturulan pratik nedeniyle hayatın gerçekleriyle bağını ya büyük ölçüde koparmış ya da bu gerçekleri değiştirilemez/dönüştürülemez bir olgu olarak (söylem farkı olsa da) gören bir anlayışın parçası haline gelmiştir.
Kavramsal soyutlamalar, bir durumu ifade etmeleri nedeniyle genel nitelik taşır. Kavramlar, süreçlerin değişim ve dönüşüm öykülerinin yazılmasında kerteriz noktası işlevi görseler de hikayenin özgüllüğünü ve dinamiklerini sürecin iç çelişmeleri belirler. Kavramlar bir şeyi ifade etmenin dilidir ancak kendisi değildir. Hayat, en büyük öğretmen olarak teoriden daima önce gelir.
KENDİNİ AŞ(A)MAYAN NİCELİK TUTKUSU
Bir soyutlama olarak tek başına yalıtık “birey” kavramı ile belirli bir toplumsal yapı içindeki birey aynı değildir. Ahlaki, dini ve etik normlarla kuşatılmış, günlük yaşantısına yön veren kurumsal yapılarla belirli hukuki, yasal, yazılı veya yazılı olmayan ancak genel kabul gören kurallarla ilişkileri içinde tanımlanan bireyin durumu, kaba bir tanımlamayla, bir elementin başka elementlerle kurduğu kimyasal bağ ile kendi özelliğinden farklı özellikler gösteren bir maddeye dönüşmesine benzetilebilir.
Napolyon’un Fransız askeri ile Bedevi savaşçısını karşılaştırdığı veciz sözleri de başka açıdan bu teze tarihi bir destek olabilir. Napolyon, bir Bedevi savaşçının tek başına 10 Fransız askerine bedel olduğunu söyler ancak örgütlenmiş 10 Fransız askerinin yüzlerce Bedevi savaşçısına bedel olduğunu vurgular. Birbirleriyle bağlantıları, üstlendikleri rolleri farklı olan insanların aynı amaç doğrultusunda birliktelikler oluşturduklarında, tek başına ne kadar zayıf olurlarsa olsunlar, farklı birliktelik biçimlerini ifade eden örgütsel ve kurumsal yapılardaki üstlendikleri rollerle, yalıtık birey olarak kendi özelliklerini aşan sinerji ortaya koymalarının ifadesi olan bu durum açıklanmaya ve geliştirilmeye muhtaçtır. Bu basit bir aritmetik toplama işlemi değildir. Görüşler ve amaçları gerçekleştirmek için bir araya gelmenin yeterli olmadığını, aynı zamanda, amaçlara uygun bir iş bölümünü ve hedefe ulaşmak için kullanılacak enstrümanların tespitini de önemsemek gerekiyor.
Bir politik tavrın “doğru” mu “yanlış” mı olduğuna ilişkin felsefi, etik, ideolojik ve teknik açıdan çok çeşitli görüşler ileri sürülebilir, yanıtlar verilebilir. Ama politikanın hangi amaca hizmet ettiğinin veya politik hareketin kendi tarihi içindeki yerinin belirlenmesinde ve betimlenmesinde “amaç” göz ardı edilirse, birer araç olması gereken politik enstrümanların her biri kendi dilinden çalmaya başlar. Tek başlarına verdikleri sesler ne kadar güzel olursa olsun, uyumlu bir orkestrasyon çalışmasıyla bir araya getirilmedikleri takdirde, ortaya senfoni değil kakofoni çıkar. Siyasal partiler, dernekler, sendikalar, dayanışma birlikleri gibi düzenlemelerin hepsi bir amacı gerçekleştirmek üzere kullanılan araçlardır. Gelinen aşamada, geçmişte ekonomik-demokratik hakların kazanılması ve kazanılan hakların savunulması işlevlerini yerine getiren bu kurumsallaşmış “araç”ların, buraları profesyonel geçim kapısı gibi görenler için varoluş amacına dönüştüğünü söylemek yersiz olmaz sanırım.
Egemen sistemi yadsıyarak yeni bir toplumsal yapı kurulması gerektiğine dair politik programı olan çeşitli renklerden siyasal partilerin temel sorunu, yaygınlaşma ve kitleselleşme anlayışları… Kitleselleşme önemlidir ancak her şey değildir. Bu politik yaklaşımı, mutluluk aramaktan bir türlü mutlu olma fırsatını bulamamış insanlara benzetiyorum. Nasıl ki mutluluk, (Nietsche’yi de analım) onun peşinde koşanlara değil de acıya el uzatma cüretini gösterenlere verilen bir ödül ise kuyrukçuluk yüzünden helak olmuş yapılar, “kitleselleşme”yi yegane hedef olarak görmekten vazgeçip, hedeflerini ve bunu nasıl gerçekleştireceğini kitlelere berrak bir şekilde açıklayan, tutarlı organize bir pratik sayesinde bu ödüle layık olacaktır.
TÜRKİYE’NİN SOLU: BİR EFLATUN ÖLÜM HİKAYESİ
Parlamentonun bir mücadele alanı olarak değerlendirilmesi, kısmi demokratik hakların elde edilmesi açısından elbette önemsenmelidir. Parlamenter mücadelenin (yakın tarihte Avrupa’da yaşandığı üzere) bütün diğer mücadele biçimlerinin önüne geçirilmesi, köktenci bir dönüşümün taşıyıcısı olma iddiasındaki bir hareket için asla yeterli ve hedefe odaklanmış bir politik mücadele programına uygun bir pratik olmayacaktır.
Sivas Madımak’ta yakılarak öldürülen Şair Behçet Aysan, “Bir Eflatun Ölüm” adlı şiirinde “Aynı gökyüzü aynı keder / değişen bir şey yok ki / gidip yağmurlara durayım. / Söylenmemiş sahipsiz bir şarkıyım” diyordu. Hedefleri sistemin sınırlarını aşmayanların, politik programları ve düşünceleriyle uyuşmayan pratikleri ve verdikleri sözleri, iktidar olsalar dahi mevcut sistem içinde yerine getirme olanaklarının olmadığını bile bile, ezilenlere karşılıksız para basar gibi umut dağıtmaları, sözlerin hem değerini yitirmesine hem de sahipsiz kalmasına yol açar. Bu da ister istemez burjuva siyasetçilerin “yalan yarıştırma” kulvarında yer almalarına koşut, ezilenleri temsil etme özelliğini de yitirerek bir burjuva kulübü haline gelen ve adında işçi/emekçi kavramları sıkça kullanılan partilerin, (Avrupa’daki komünist ve sosyalist partilerin durumu gibi) tamamen burjuva parlamenter sisteme angaje olmasıyla sonuçlanır. Parlamentonun öne çıkarıldığı veya öncü rol oynadığı çok özel tarihsel koşullar var olmadıkça parlamentoda çoğunluğu sağlayanların egemen sistemi yıkıp, yerine yeni bir toplumsal ve ekonomik düzen kurması eşyanın tabiatına aykırıdır. Seçimlerle sistemin değiştirileceğine inandırılan kitlelerde, söylenenlerle yapılanlar arasındaki tutarsızlık yüzünden hayal kırıklığı yaratır. Parlamentodaki vekillerle verilecek politik mücadeleyi, diğer politik mücadele alanlarının tümünün önüne koyma anlayışı “arabayı atın önüne koşmak” olarak da tarif edilebilir.
SON SÖZ
Toplumsal hayata ilişkin sosyalistlerin değerleri, durumlara ilişkin yargıları vardır. Bu yargıların çerçevesini çizdiği bakış açısıyla, tarihin önümüze çözmemiz için koyduğu sorunları çözüme kavuşturma pratiği vardır. İnsanlar, bunu yaparken önce biriktirdiklerine, bilgi ve deneyimlerinin yol göstericiliğine başvurmak zorunda kalır çoğunlukla. “Birikim”i, içinde ahlaki, dinsel, mitolojik, edebi, hukuki, sanatsal, bilimsel ve teknik gibi alanların yer aldığı ve birbirleriyle girift ilişkileri içinde çok sayıda etkenin ortaya çıkardığı genel durumun bireyler üzerindeki etkisiyle birlikte, yaşadığı bölgenin durumu, iklimi, devraldığı genetik miras gibi olgularla harmanlayarak (yalnızca iki boyutuyla değil, aşağısı yukarısı, sağı solu, ileri gerisiyle) içerisine zamanın da bir değişken olarak katıldığı çok boyutlu bir “süreç” olarak ele almak gerekiyor.
Doğada varlığını sürdürmenin en geçerli yolu, genellikle, “büyük” ya da “güçlü” olmak değildir. Canlı, ya yeni duruma uyum sağlayarak ya da yeni durumu kendi varlık koşuluna uydurarak varlığını sürdürebilir. İnsan, çevresini kendi yaşam koşullarına uygun hale getirerek varlığını sürdürme yeteneğine sahip bir canlı olarak, maddenin ve doğanın dilini çözerek, meydana getirdiği kültürel ortamda var olagelmiştir. Bu da, kültür ve üst-kültür oluşturan bir varlık olarak insanın, zorunluluklarının kilidini açarak özgürlüğünün sınırlarını sürekli ilerilere taşımasının hem ortamını hem de itici gücünü oluşturmuştur.
Niceliğin belirli bir aşamadan sonra nitel bir dönüşüme yol açtığına ilişkin kuramsal tespit (nicel birikimler nitel sıçramalara yol açarlar) nitel sıçramayı tetikleyecek nicel birikimlerin oluşumunun dinamiklerine ilişkin bir fikir vermez. Tam da bu noktada, Behçet Aysan’ın şiirindeki “sahipsiz bir şarkı”yı söyleyecek öznelerin iradi etkinlikleri ve yeteneklerinin etkili olduğu mecraya adım atarız. Bir sosyal dönüşümün maddi koşullarının var olması yeterli değildir. Bu süreç, aynı zamanda, “amaç” doğrultusunda politik pratikleri gerçekleştirecek özneleri de ön varsayar.
Birbirleriyle gizli veya açık savaşım içinde olan ezen ve ezilen sınıflar mücadelesi, yaşamımızı büyük ölçüde şekillendiren ve ona doğrultu çizen nesnel bir gerçeklik olarak varlığını sürdürdükçe bir bütün olarak insanlığın ne ortak çıkarlarından ne de ortak söyleminden söz edilebilir. Sömürüsüz, özgür bir dünya hedefiyle çıkılan yol ne kadar dolambaçlı olursa olsun, Brecht’in de vurguladığı “amaç” göz önünde tutulduğu sürece, kapitalizmin yoldan çıkarıcı dünyasında rotasını kaybetmeden hedefe ulaşmak mümkün olacaktır. İşte o zaman, ne gökyüzümüzün rengi ne de kederlerimiz aynı olacak…
ALİ EKBER KAYPAKKAYA – 18 Nisan 2023