Antialman solu ve kaybolan değerler
Berlin Duvarı ile birlikte yerle bir olan Alman solunun geride bıraktığı boşluğu tuhaf tuhaf adlara sahip gruplar doldurmaya başladı. Mesela Antialmanlar! Kendini “sol” olarak adlandıran bu grup her yeri tahkim etmiş durumda.
Yanılmıyorsam 2017 olmalı. Frankfurt Kitap Fuarı’na katılan Almanya’daki faşistlerin önde gelenleriyle röportaj yapmam için Redfish adında sol bir medya kuruluşundaki arkadaşlarımdan teklif gelmişti. Röportaj yapacaklarımın arasında o yıllarda Dresden’de her Pazartesi tertiplenen, ırkçı ve yabancı düşmanı yürüyüşlerin sevilen konuşmacılarından Akif Pirinçci adındaki Türk kökenli örnek “Alman” yazar da vardı.
Ortalama lümpene taş çıkartacak bir lügata sahip ve zinhar Türkçe konuşmayan bu kara kafa model “Alman”a röportajın bir yerinde, “Neden Almanya zengin de Nijerya fakir” diye sordum. Pirinçci, Adolf Hitler’i bile kıskandıracak bir tavırla, “Bunun iki nedeni var. Birincisi, biz Almanlar, Nijeryalılarara nazaran daha çalışkanız. İkincisi de, biz Almanların IQ’su, Nijeryalılara nazaran daha yüksek” dedi. Tabi ki, Almanya’nın dünyanın en önde gelen silah satıcısı ülke oluşu, Almanya çıkarlarının Hindukuş’da başlaması, sermayesi ve siyasetiyle oraya buraya müdahalede bulunması, dünyayı talan ettiği ölçüde refah sahibi olması, emperyalist asalaklığı sayesinde bol keseden demokrasi vaaz etmesi, Pirinçi’nin umurunda bile değil. Ama sadece onun mu?
1978’den beri Almanya’dayım. Ne mutlu bana ki, Soğuk Savaş’ın tam ortasında Alman Sosyal Demokrat hükümetince ABD menşeli Orta Menzilli Roketlerin yerleştirilmesine karşı gelen, milyonları bağrında toplayan o muhteşem Barış Hareketi’nin tanığı oldum. Ne mutlu bana ki 90’ların başında Birinci Körfez Savaşı’na karşı sokaklara dökülen, “Petrol için kana hayır” diyen milyonların sesine tanık oldum. Ve ne mutlu bana ki, 2010’ların ortasından itibaren tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da gümbür gümbür gelmekte olan faşizme karşı, 2015 büyük göç akımında sadece kollarını değil aynı zamanda evlerini de mültecilere açan, yediden yetmişe milyonlarca ortalama “Alman vatandaşı”na tanık oldum.
Tüm bunlar tarihsel açıdan hakikaten pozitifti. Fakat çelişkinin, biz solcular, devrimciler açısından tartışılmayan, mütemadiyen arka plana itilen bir başka boyutu daha vardı. Bu pozitif rolü oynayan milyonların nezdinde Almanya nasıl bir ülkeydi?
AMERİKA’NIN GAYRİRESMİ MÜSTEMLEKESİ ALMANYA
Dürüst olmak gerekirse, bu soruya verilen cevap özünde ve aslında tam bir fecaatti. Evet, bu ülke iki dünya savaşının baş sorumlusuydu. Sadece İkinci Dünya Savaşı’nda 56 milyon insanın ölümünden sorumluydu. Evet, Hitler sonrası bu ülke yeniden kurulurken (Federal Almanya Cumhuriyeti) gerçek anlamda Nazilerden arındırılmamıştı. Evet, bu ülke kapitalistti ve dünyanın bir dizi ülkesine silah satıyordu. Ama diyordu bu insanlar, “1945 sonrası bu ülke bağımsız görünüm adı altında ABD’nin adeta bir müstemlekesi konumunda. Burada ABD askerleri ve atom silahları konuşlanmış vaziyette.”
Ve yine dürüst olmak gerekirse, bu ve benzer fikirlerin Akif Pirinçci’nin grotesk şovenizmiyle arasındaki ayrışım çizgisi pamuk ipliği kadar incedir. Ve son tahlilde, özellikle de savaş anlarında Akifgillerin faşist fikirlerine kapı aralaması son derece mümkündür (İnanmayan Martin Heidegger’in trajedik hayatına baksın.)
İşte o yüzdendir ki, maalesef fecaat tam da burada başlıyor ve elle tutulmayan, gözle görülmeyen bir düşünce dinamiği, Almanya siyasi sahnesinin kâh parlamenterist, sağdan sola tüm aktörlerini, kâh soldan sağa tüm radikal unsurlarını bir noktada buluşturuyordu: Bu aktörlerin tümüne göre Almanya bağımsız emperyalist sermaye sahibi, dünyayı talan eden bir güç değil bilakis “ulusal bağımsızlığını” elde etmesi gereken bir “ABD müstemlekesi”ydi.
Pek tabii ki bu düşünce dinamiğinin bir tarihçesi vardı. 1920’lerde Alman Komünist Partisi’nin, Nazi Partisi ile giriştiği, “Almanya’nın ulusal çıkarlarını sen mi yoksa ben mi daha iyi savunacağız” yarışı “Versay’a hayır” talebinde somutlaşıyordu. 1949’da Sovyetlerin desteği ile kurulan Demokratik Alman Cumhuriyeti, sadece resmi ideolojisinde “iki Almanya’nın birleşmesini” arzulamakla kalmıyor aynı zamanda, milli marşında “Küllerinden doğdu / yüzü geleceğe dönük / bırak sana hizmet edelim / Almanya, birleşmiş anavatan” mısralarını terennüm ediyordu.
YEŞİLLER’İ KURAN DA BU FİKRÎ DÜŞÜNCEDİR
Doğu Berlin, “Göthe ve Schiller’li, hatta Karl May’lı gerçek Almanya’yı ben senden daha fazla savunuyorum” dercesine Bonn ile yarışıyordu. 68’le birlikte yeni yeni oluşan “komünist gruplar” ama özellikle de kendilerine “Maocu” diyenler, geçmişe ait bu şovenist ve milliyetçi bagajdan kurtulamadıkları gibi, Mao’nun ölümü sonrası Çin’li kapitalistlerin safına geçip, Teng Siao Ping’in “Üç Dünya Teorisi” sayesinde, Alman ulusal bayrağına (bizdeki benzer cinsi gibi) dört elle sarıldılar. Hatta demeye kalmadı kendilerini feshedip bugünkü Yeşiller Partisi’nin hem kurucuları hem de fikrî ustaları oldular. 1970’lerin başında devrimci oluşu ve Alman devleti tarafından militanlarının katledildiği su götürmez olan RAF da, programında Almanya’da, ABD’ye karşı bir “ulusal kurtuluş savaşı” vermekten bahsediyordu. Tabii bir dizi demagojinin yanı sıra eski RAF avukatı Horst Mahler’in ABD’ye karşı aynı “ulusal kurtuluş savaşı” vermek “amacıyla” 1997’de faşist NPD partisinin saflarına katılması da bu milliyetçiliğe ve şovenizme kapıyı aralayan düşünce dinamiğinin, uzun tarihsel macerasının bir parçasıydı.
90’ları sonu 2000’lerin başından itibaren ABD tarafından başlatılan ve hatırlayın –kendi iç sorunlarından ötürü, Çeçenistan Savaşı münasebetiyle– Rusya’nın bile dahil olduğu “tarihin sonu” vaazı ve “kültürler çatışması”, Irak ve Afganistan işgalleri, kıta Avrupası’nda da at iziyle, it izinin karışmasını beraberinde getirdi.
Berlin Duvarı ile birlikte yerle bir olan Almanya Solu’nun geride bıraktığı boşluğu tuhaf tuhaf adlara sahip grupların düşünce dinamikleri doldurmaya başladı. Mesela “Antialmanlar”! Kendini “sol” olarak adlandıran bu ucubeler, bugün artık Almanya’da devlet katında, çeşitli “STK”larda ve “hatırı sayılır lobilerde”, hatta medyada bile tahkim olmuş durumda. Ve artık bu trendin alameti farikası “Antialmanlara” fiilen ait olmak değil bilakis “Antialman” düşünce yapısını savunmak ve yaygınlaştırmak. “Solculuğu” kendi tekeline alan bu akım, ihbarcılığıyla beslediği devlet gücünü de arkasına alarak kimin nasıl ve ne biçimde “solculuk” yapacağına da adeta karar vermeye yelteniyor.
Mutlaka Almanya’nın ulusal çıkarlarını gözeten Antialmanlar, bugünün kapitalist emperyalizmin her türlü talan ettiği dünyada tabii ki Berlin-Washington aksını savunuyor ve onun gerçekleşmesi için canla başla mücadele ediyor. Eh insan felsefi gıdasını, “komünizm olmasaydı faşizm olmazdı” cinliği ile açıklayan Hannah Arendt’ten alınca ABD emperyalizmi göze bir başka güzel gözükmeye başlıyor:
“Amerikan Cumhuriyeti yüz elli yıllık bir sanayileşme ve kapitalist gelişmeden dimdik ayakta çıkmış, burjuvazinin yükselişi ile baş edebilmiş, toplumdaki güçlü ve çirkin ırksal önyargılara rağmen, milliyetçi ve emperyalist siyaset oyununa girmesi yönündeki bütün ayartmalara direnmiş büyük 18. yüzyıl devrimlerine dayanan tek yapıdır” (H. Arendt, New York, 1948.)
LENIN’I, LIEBKNECHT’İ, LUXEMBURG’U HATIRLAMALI
Haliyle Arendt’in “emperyalist olmamak için direnmiş ABD”si ile “ulusal çıkarlarını korudukları Almanya” arasında 21. yüzyılın ortaklığını kurmaya hevesli Antialmanlar’a göre bugünün dünyasında, “Filistin halkını mı destekliyorsun, kesin antisemitsin. Ukrayna’da ABD ve NATO’nun rolünden mi bahsediyorsun, kesin Putin’cisin. Hindistan’ın Keşmir siyasetini mi eleştirdin, cihatcısın… Tüm bunlar sonuçta Almanya’daki demokrasi güçlerini ve demokrasi kültürünü zehirleyen, ‘otokratik’, ‘despotik’, ‘Stalinist’ düşünceler.”
Öte yandan unutmayalım Almanya’nın ulusal çıkarları için Rusya konusunda “tarafsız” olunmasını hatta –şimdilik dilinin ucuyla– Berlin-Paris-Moskova Aksı’nı öneren, Alman faşistlerinin belli kesimleriyle bir araya gelen bir “ulusal sol” da mevcut. Fakat her halükârda Almanya’nın “ulusal çıkarlarını” açıktan ya da örtülü gözetmeyi solculuk sanan bir solun var olduğu kesin. İnsan bunca seneden sonra kendi burjuvalarına, kendi milli çıkarlarına ihanet etme çağrısında bulunan Liebknecht’i, Luxemburg’u ve onlara ilham kaynağı olmuş Lenin’i hatırlamadan edemiyor.
Emrah Cilasun – Araştırmacı, Yazar