Gerçeklik sonrası ya da hakikatin ölümü!
Bilindiği gibi dünyaca ünlü Oxford Sözlüğü 2004 yılında bir gelenek başlattı. Her yıl, o yıl popüler olan ve en çok kullanılan, ancak, kullanıldığı şekliyle sözlüklerde yer almayan kelimeyi yılın kelimesi olarak seçerek sözlüklerine almaya başladı. 2016 yılında yılın kelimesi olarak, siyaset ve toplum bilim alanında yaygın olarak kullanılan “post-truth”u seçti ve bu kelime sözlüklere girerek genel kullanıma sokuldu.
Post-truth, İngilizcede “gerçeklik sonrası/hakikat ötesi” anlamlarında kullanılıyor. Daha açık bir ifadeyle söylenecek olursa, Oxford Sözlüğü post-truth’u, “Duyguların ve kişisel kanaatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede rasyonel gerçeklerden daha fazla etkili olması durumu” olarak tanımlıyor.
Bu tanım şu anlama geliyordu: Yaşanan bir olay ya da durumda, gerçekte neler olduğunu anlamaya ve kavramaya gerek yoktur. Dolayısıyla “nesnel gerçeklik” hakikate ulaşmak için bir anlam ifade etmez. Önemli olan, o duruma kişisel olarak nereden, nasıl, hangi duygu ve çıkarlar açısından baktığımızdır. Verilen haber ya da yapılan açıklamalar duygusal/kişisel kanaat ve inançlarımızı okşuyor, onlara ters gelmiyor, bizi tatmin ediyorsa, bu olay ve durumların doğru ya da yanlış olmasının fazla bir önemi yoktur.
Kelime, hakikat yitimi yaşadığımız ve nesnel gerçeklerden alabildiğine uzaklaştığımız içinden geçtiğimiz dönemde kabul gördü. Basında ve akademik çevrelerde epeyce tartışıldı, benimsendi ve hakkında birçok makale yazıldı.
Kelimenin mucidi, Amerikalı yazar Steve Tesich. İlk olarak 1992 yılında yayımlanan “Yalanlar Hükümeti” adlı makalesinde kullanmış. Daha önceleri bu kelime, “gerçeklik ortaya çıktıktan sonrası” olarak kullanılsa da, ABD’nin, Irak’ın Kuveyt işgaline müdahalesinden sonra Tesich, adı geçen makalede günümüzde kullanıldığı anlama kavuşturmuş.
Tesich, Amerikan toplumunun ezici çoğunluğunun o dönemde ki Bush hükümeti tarafından yapılan siyasi propaganda ve söylenen yalanları sorgulamadan kabul ettiğini eleştirmiş. Körfez Savaşı’nı ise Watergate Sendromu olarak tanımlamış. ABD’nin, Vietnam’da aldığı yenilgi ve işlediği savaş suçlarından sonra bu Sendroma yakalandığını ileri sürmüş. Bu nedenle yaşadığı utancı atlatabilmek için Amerikan toplumu, Körfez Savaşı’nın gerekli olduğuyla ilgili hükümetten yalan haber beklediğini her fırsatta dile getirdiğini söylüyor. Amerikalılar, toplumsal utanç duymamak için hükümetin “inandırıcı yalan atmasına” razı olduğunu ileri sürüyor. Körfez Savaşı ve daha sonraki yıllarda Irak’a müdahalenin gerekçeleri, kimyasal silah vb. bütünüyle yalandan oluştuğu ortaya çıkıyordu. Amerikan toplumu ise Körfez Savaşı’nın sonuçlarıyla pek ilgilenmemişti.
Amerikalı yazar Ralph Keyes ise, “Bir Amerikalı elle tutulur bir nedeni olmasa da yalan söyleyebilir. Başkalarına yalan söyleyerek onları aldatmak, onlara yalan söylemek bir çeşit oyun gibidir.” diyordu.
Çağımızda siyasetçilerin ve siyasi iktidarların yalan üreten kurum ve mekanizmalara sahip olduklarından söz edilmektedir. Post-truth döneme uygun olarak, siyasi gündemlerin ve iktidarların hizmetinde yalanlar üretmek ve yaymak için var olan, sürekli büyüyen organize yanlış bilgi üretme endüstrilerinin bulunduğu iddia edilmektedir. Bir başka ABD’li yazar Ari Rabin-Havt ise, bu endüstrilerin “iktidarın menfaatlerine göre meşruiyet yaratmak için akla gelebilecek her türlü konuda yalan ürettiğini” ileri sürmektedir.
Post-truht kelimesini kavram haline getirip değerlendiren sosyal bilimciler, Amerikan toplumunun yalana alıştırılması ve ABD yönetiminin özellikle dış politikayla ilgili yalan söylemesi, gerçekliklerden kopmaya neden olacağını dile getirmektedirler.
Sosyal bilimcilerin değerlendirmelerinde post-truth’dan ziyade toplumun onu kabul ediş şekli çok önemlidir. Bu kabul ediş durumu, toplumu toptan değiştirecektir. İnsanlar toplumsal ve siyasal gerçekleri algılamayı akıldan çok duygularla yapmaya başlayacaklar ve yalana alışacaklardır. Dolayısıyla böylesi bir algılama süreci toplumun olumsuza doğru sosyal bir değişimini beraberinde getirecektir.
Bugün dünya genelinde ve ülkemizde birçok siyasetçi siyasi programlarını, stratejilerini ve aynı zamanda propaganda dillerini gerçek olmayan kavramlar aracılığıyla yalanlar üzerinden kurmaktadırlar. Verili hayatta hiçbir karşılığı ve dayanağı olmayan şeyleri, sırf kitlelerin hoşuna gitsin, kendilerini iyi hissedip coşsunlar diye söylemekten çekinmemekte ve başarıyı da bu sayede yakalamaktadırlar. Seçmenler politikacıların ne söylediklerinden, söylenenlerin yalan ya da gerçek olup olmamasından daha çok, söyledikleri şeyin kendilerini nasıl hissettirdiğine bakmakta ve bunlara önem vermektedirler. Bundan dolayı, politikacılar ve kamu idarecileri, gerçeklerin üzerine değil, duyguların üzerine giderek güç ve çıkarlarını korumaktadırlar.
Türkiye’de gerçekleşen post-truth siyasete birçok örnek verilebilir. Son yılların en önemli post-truth politikalarından ve algı operasyonlarından biri, Türkiye’nin “yerli ve milli otomobil” yaptığı iddiasıdır. Bir ülkenin yerli otomobil yapabilmesi için her şeyden önce kendi sanayi devrimini yapmış ve teknolojide otomobil üretebilme noktasına ulaşmış olması gerekir. Türkiye kendi özgünlüğünde sanayi devrimini yapabilmiş ve teknolojide atılım sağlamış bir ülke değildir. Var olan sanayileşme çabaları, yeni sömürgeci ve bağımlı ilişkiler içinde çarpık gelişmeye ve montaja dayalıdır. Sanayileşme ülkenin kendi öz dinamiklerine bağlı olarak bilim ve teknoloji üretmesiyle mümkündür. Teknoloji ancak bilim üretmenin sonucu olarak ortaya çıkabilir. Yani, yerli otomobil, uçak, tank vb. üretebilmek için önce, bu teknolojik ürünleri üretebilecek üretim araçlarına sahip olmanız gerekir. Eğer bu araçlara sahip değilseniz ve yerli otomobil üreteceğinizi iddia ediyorsanız, bu bir post-truth politika sonucu oluşturulmuş algı operasyonudur. Hakikatlerle bir alakası yoktur. Fikir toplumun hoşuna gidecektir ancak ülkenin bilimsel, teknolojik ve ekonomik durumu baz alındığında bu fikrin hiçbir gerçekliği ve geçerliliği yoktur. İktidarda olanların post-truth politikalarının bir örneğinden başka bir şey değildir. Çünkü toplum bu fikrin uygulamasının sonuçlarını takip etmekten uzaktır.
Medya eleştirmeni ve post modernist yazarlardan biri olan Jean-Francois Lyotard, küresel iletişim ve medya teknolojilerinin bilgiyi bilimsel bir uğraş olmaktan çıkardığını öne sürer. Haber yaşanmasa da üretilebilir ya da yaşanmış gerçek olaylar simüle edilebilir der. Gerçeklere dayanmayan bilgi, ulusal ve uluslararası piyasalarda alınıp satılan bir ticari meta halini alabilir. Fransız Sosyolog Jean Baudrillard ise hipergerçeklik kavramını ortaya atmış ve bu kavramla gerçekliğin medya tarafından yeniden inşa edildiğini öne sürmüştür. Örneğin, 1991 yılında Irak’ın Kuveyt işgaline ABD müdahalesi olarak bilinen Körfez Savaşı’nı hipergerçeklik kuramıyla o dönemde yorumlayan Baudrillard, savaşın başlamadan bittiğini savunmuştur. Bu savını, savaşla ilgili kahraman Amerikan ordusu görüntü ve imgelerinin henüz savaş başlamadan önce dünyanın her yerine yayıldığı ve insanların zihinlerine kazındığı gerçeğine dayandırmıştır.
Eski ABD başkanlarından George W. Bush’un iletişim danışmanlarından biri, post-truht politikanın nasıl yapıldığını, köşe yazarı Ron Suskind ile arasında geçen diyalogda açık ve net bir şekilde anlatıyordu:
“Sizler gerçeklere tapan bir topluluksunuz. Gözlemlenebilen gerçeklere dayandırılan muhakemelerden bir sonuç çıkarmaya çalışıyorsunuz. Ama artık dünyada işler böyle yürümüyor. Biz bir imparatorluğuz. Ve bir imparatorluk olarak hareket ettiğimizde kendi gerçeğimizi yaratıyoruz. Siz o gerçeği etüt ederken, biz tekrar harekete geçiyoruz ve yeni gerçekler yaratıyoruz. Yani tarihin aktörü olan biziz. (Tarihi biz yaratıyoruz!) Dolayısıyla sizin göreviniz bundan böyle bizim yaptıklarımıza odaklanıp, etüt etmek olmalı!”(Aktaran, Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet)
Dünya, post-truth politikaların toplumsal yaşama hâkim kılınmaya çalışıldığı bir dönemden geçmektedir. Bundan sonrası için hakikatlere ulaşmak, gerçekleri görmek, bilmek ve öğrenmek isteyen kişiler, kurumlar ya da kitleler açısından yaşam daha da zorlaşmıştır.
(Mehmet Ali Yazıcı)

