Slider

Şok doktrini

“Şok doktrini” kavramının sahibi Kanadalı yazar Naomi Klein, “Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi” adlı kitabında, Amerikalı neoliberal ekonominin en önemli teorisyenlerinden biri olan Milton Friedman’ın George W. Bush döneminde ABD yönetimine yaptığı tüyler ürpertici ve insana utanç veren öneriyi aktarıyor: “Bir topluma, felaket sonrası her tür politikayı rahatlıkla kabul ettirebilirsiniz çünkü değişim, ancak krizle birlikte gerçekleşir.”

CIA psikoloğu olarak tanınan ve Soğuk Savaş yıllarında birçok insanlık dışı araştırma ve çalışmaya imza atan Ewen Cameron’un psikiyatride kullandığı şok tedavi yöntemini (beyne elektrik verme) Friedman siyasal, toplumsal ve ekonomik dönüşümde, toplumun normal zamanlarda onay vermeyip rıza göstermeyeceği programların hayata geçirilmesine, şok dönemlerinde ses çıkartmayıp kayıtsız kalacağından, daha da önemlisi, kriz ve felaketten bir an önce kurtulabilmek için kabul edeceği gerekçesiyle böylesi bir öneriyi yapıyordu.

ABD’nin Irak Savaşı’na yönelik “Şok ve Dehşet: Hızlı Hakimiyet Sağlama” başlıklı askeri doktrininde bu teorinin esas belirleyeni olan “şok ve dehşet” tanımı yer alıyordu. “Şok ve dehşet, genelde tehditle işleyen toplumun belirli unsurları/kesimlerine, genelde insanlara ya da yönetim kademelerine anlaşılmaz gelen korkular, tehlikeler ve yıkıma yol açan olgulardır. İçinde yaşadığımız fırtınalar, kasırgalar, depremler, sel baskınları, kontrol altına alınamayan yangınlar, açlık ve hastalıkla şekillenen doğa, şok ve dehşet doğurabilmektedir.” deniliyordu. Burada şok ve dehşet doğal afetler üzerinden tanımlanıyor olsa da, kitleler üzerinde yarattığı etkiler açısından insan eliyle de üretilebileceğinin mesajı veriliyordu.

Hiç beklenmeyen ve önceden tahmin edilemeyen bir felaket karşısında afallayıp şaşırarak şoka giren ve ne yapacağını bilemeyen kitleler, normal zamanlarda kabul etmeyecekleri birçok yaptırım ve politikalara boyun eğmek zorunda kalıyordu. Bu tutumlarının sonuçlarının, daha sonraki dönemlerde ne şekil alacağını asla kestiremiyor, esas felaket de bundan sonra yaşanıyordu.

Dünya egemenlerinin ve küresel güçlerin kitleleri nasıl etkilediğini örnekler vererek anlatan Klein, normal koşullar altında insanların kabul etmeyeceği siyasal, toplumsal ve ekonomik modellerin; politika ve uygulamaların şok doktrini ile nasıl kabul edilebilir hale getirildiğinin altını çiziyor. Toplum yaşadığı şokla sarsılırken ve ne yapacağını bilemezken, “yeni düzen”i kuracak güçlerin önceden planlamış oldukları politikalar doğrultusunda hareket ettiklerine, felaketin sonuçları olarak ortaya çıkan kayıplarla, dolayısıyla insanların yaşamlarında yarattığı tahribat ve zararlarla pek fazla ilgilenmediklerine vurgu yapıyor. Esas ilgilendikleri konunun ise toplumun zihinsel şekillenmesini kendi istedikleri doğrultuda yeniden ve adeta sıfırdan geliştirmeyi başlatmak olduğunu belirtiyor.

Şimdiye kadar yaşanan olaylar göstermektedir ki, toplumsal algı değişimi için bu şoklar hedef ülke ve toplumlarda başarıya ulaşmıştır. Bugün küreselleşme ile birlikte dünyanın hemen hemen her bölgesine yayılan neoliberal dalga, 1970’li yıllarda başlatılan şok doktrini uygulamalarının bir sonucudur.

Şok doktrininin temeli aslında çok eskilere dayanıyor ve gücünü CIA’nın işkence tekniklerinden alıyor. ABD istihbarat örgütü CIA, 1950’lerden bu yana, gözaltına aldığı insanların üzerinde yaptığı deneylerde insan beynine elektrik şoku verildiğinde, beynin direncinin kırıldığını ve şoka maruz kalan insanın boş bir kâğıda/levhaya (tabula rasa) dönüştüğünü keşfetmişti. Bu keşfin yararlarını anlatan CIA uzmanları, işkencede elektrik şokları ile boşaltılan zihinlerin istendiği gibi yeniden doldurulabileceğini, bu doldurma işlemine karşı beyin direnci kırılmış insanların karşı koyamayacaklarını, dolayısıyla teslim olacaklarını ileri sürüyorlardı.

Bu yöntemin toplumlara ve özellikle bağımlı ülkelere uygulanabileceğini ise Milton Friedman ortaya attı ve ilk deneme 1973 yılında Şili’de, bir askeri darbe ile gerçekleştirildi.

Şili toplumu darbe sürecinde baskı, işkence, gözaltında kaybetme ve katliamlarla şoka sokularak, kapitalist iktisatta “neoliberal” olarak ifade edilen programın hayata geçirilmesinin önü açıldı. Sosyal haklar yok edildi, ücretler düşürüldü, geniş çaplı özelleştirmeler yapıldı, grevler yasaklandı, “sosyal devlet”ten vazgeçildi, hak ve özgürlükler ortadan kaldırıldı. Şili, neoliberal politikaların ilk uygulandığı ülke olarak bir tür laboratuvar işlevi gördü, denemeler yapıldı. Şili halkının yaşadığı askeri darbe şoku nedeniyle, uygulanan ekonomik ve siyasi programa itiraz etme ve direnme gücü kırılıyor, böylece muhalefet etme olanakları da tam olarak ortadan kaldırılıyordu. Neoliberal politikaların Şili başarısı, emperyalist-kapitalist ülkelerin ve küresel tekellerin zaferi olarak tarihe geçti. Ardından sıra diğer ülkelere geldi. Naomi Klein kitabında, “şok doktrini” tezinin Şili’den sonra Arjantin, Rusya, Sri Lanka vb. ülkelerde yaşananlarla da doğrulandığını belirtiyor.

Şok doktrini uygulanan ülkeler arasında Türkiye de vardı. ABD desteğiyle yapılan 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, bu uygulamalardan biriydi. Darbeyle Türkiye toplumu şoka uğratılmış, yeni bir ekonomik modeli temsil eden neoliberal ekonomi politikalar ve bunun ifadesi olan, daha önce hazırlanmış 24 Ocak ekonomi kararlarının hayata geçirilmesi süreci darbe ile birlikte başlatıldı. ANAP iktidarları döneminde ise tamamlanarak sonuca ulaştırıldı. Darbe sürecinde neoliberal ekonomik modelin altyapısı düzenlenmiş ve Türkiye, sonuçlarını bugün olumsuz bir şekilde yaşadığı ve bütün ekonomik krizlerin faturasının halka kesildiği başka bir yola sokulmuştur. Neoliberal serbest piyasa ekonomisini topluma benimsetmek ve her alanda buna uygun düzenlemeler yapabilmek için muhalefet yok edilmiş, hak ve özgürlükler ise tırpanlanmıştır. 12 Eylül darbesinin şokunu yaşayan toplum ise olup bitenleri anlamadan, felaketin bir an önce sona ermesi için sesini çıkarmamış, herhangi bir tepki de vermemiştir. Böylece neoliberal ekonomi modeli elbisesi Türkiye’ye de giydirilmiştir. Sonuçları ise, toplumsal adaletsizliğin ve eşitsizliğin artması, tüm dengelerin sermaye güçleri lehine değişmesi ve toplumsal ahlakın aşınması oldu. Bu modelin patronlarının ABD gibi ülkeler, IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.

Türkiye yeni sömürge bir ülkedir. Bağımlı olduğu emperyalist-kapitalist güçlerden bağımsız; onların bilgileri dışında oluşturduğu/oluşturabileceği hiçbir gelecek stratejisi yoktur. Bu ülkelerin bir çeşit laboratuvarı gibidir. Emperyalizmle ilişki ve işbirliği içinde olan yerel güçlerin sürekli iktidarda kalabilmelerini sağlamak için her türlü insanlık dışı program ve politikalar, bu yerel işbirlikçi odakların da yardımıyla hayata geçirilir. Türkiye’deki şok doktrini uygulamalarına yakın dönem açısından 10 Ekim Ankara katliamı ile 15 Temmuz askeri darbe denemesi verilebilir. Bu iki olay da şok doktrini kapsamında değerlendirildiğinde ortaya çıkardığı sonuçlar, AKP iktidarının toparlanmasını ve yeniden güçlenmesini sağlamış, böylece iktidar yeni program ve baskı politikalarını sorunsuzca hayata geçirmeyi başarmıştır. Dehşet içinde kalan ve şoka giren kitleler, bu durumun etkisiyle iktidara verdikleri desteğin siyasi, toplumsal ve ekonomik sonuçlarını düşünmemişlerdir.

Türkiye, siyasal İslamcıların liderliğinde felaket kapitalizmini yaşamaktadır. Bu “felaket kapitalizmi”nin faturasını ise halk ödemektedir. Felaket kapitalizmi felaket ve şoklarla yönetilir. Deprem, yangın, sel baskınları, salgın hastalıklar vb. olaylar kapitalizme ve düzene egemen olan iktidar güçlerine yeni fırsatlar sunar. Felaket kapitalizmi esasta her kriz ve felaketi sistemin lehine fırsata çevirme gibi bir yeteneğe sahiptir. Şok ve felaketlerle sarsılan, bilinci dumura uğratılan toplum çok kolay yönetilir! İstenilen yöne çekilmede bir zorluk yaşanmaz. Diğer yandan, bu felaketlerin sonuçları sermaye tekellerine geniş fırsatlar sunar, sermaye birikim sürecinin önünü açar ve böylece iktidar, ülkeyi kolayca yönetme imkanını da elde etmiş olur. Şok doktrini uygulamaları rastlantısal değil düzenli ve sistematik bir sürecin ve yönetme anlayışının ürünüdürler. Ülkeyi “şok doktriniyle” yönetmenin bir gereğidirler. Bu yüzden, yangınlar için tedbir alınmaz, fay hatları üzerine yerleşim yeri ve konut yapılır, salgın hastalıkların yayılmasını önlemek için gereken dikkat gösterilmez, sel gelebilecek bölgelere mahalleler kurulur vb. Ülkeyi yönetenlerin soluk boruları ve beslenme kaynaklarıdır bu olaylar! Nasıl ki, mitolojik bir varlık olan vampir kandan besleniyorsa, iktidar da bu felaketlerden beslenerek semiriyor, elini kolunu güçlendiriyor ve bildiği şekilde yönetmeye devam ediyor!

Bitirirken bir şeyi daha eklemek gerekiyor. Burada, şok doktrininin sadece insan eliyle planlandığı olaylar için geçerli olduğu gibi bir yanlış anlama söz konusu olmamalıdır. Askeri darbeler, geniş çaplı kontrgerilla saldırıları, kitlesel katliamlar vb. yanı sıra doğal afetler (deprem, yangın, sel baskınları) ve salgın hastalıklar da kapitalizmin egemen güçlerine, sistem içi modelleri, politikaları, baskı yasalarını vb. hayata geçirmek için yeni fırsatlar sunabilmektedir.

Yukarıda da belirtildiği gibi kapitalizm esasta her kriz, dehşet ve felaketi fırsata çevirme gibi büyük bir yeteneğe ve ustalığa sahiptir. Şok doktrini tanımında ifade edildiği gibi, felaket sonrası süreçler yeni toplumsal, ekonomik ve siyasi program ya da modellerin devreye sokulmasını kolaylaştırır. İster doğa tarafından, ister insan eliyle oluşturulmuş olsun, kapitalist sistemde insanlar üzerinde şok etkisi yaratan her kriz ve felaket, sistem ve sermaye güçleri tarafından fırsata çevrilir. Böylece, gittikçe kısalan ömürlerini biraz uzatmış olmanın huzuru içerisinde yeni felaketlerin gelmesini beklerler ve yeni şok doktrini planlarını da yapmaya başlarlar.

(Mehmet Ali Yazıcı)

Mehmet Ali YAZICI

Paylaşalım